Bir zamanların tek ve en büyük eğlencesi televizyon, hepinizin malumu olduğu üzere, o eski şaşaalı, debdebeli ve şatafatlı günlerini yaşamaktan çok uzak…
En azından benim gözlemim bu yönde. Önceleri, televizyon izlemediğini, izlese de çok nadiren yalnızca belgesellere şöyle bir göz gezdirdiğini beyan edenler, bugün televizyon denince çağ dışı bir alet edevattan bahsediliyormuş gibi burun kıvırıyorlar.
“Televizyon mu?” “Bu devirde televizyon izleyen mi kaldı yahu?” “Devir internet devri kardeşim, her şey internette artık…”
2010’lu yıllara kadar ev içi eğlencenin bir numaralı unsuru olan televizyon, bilhassa yukarıdaki hezeyanların sahibi kesim için, adeta bilgisayar ekranlarını yansıtmakta veyahut internetteki birtakım uygulamalara direkt olarak erişebilmekte kullanılan bir araç haline gelmiş durumda. Televizyona olan ilginin günden güne azalması, televizyonun popülerliğini giderek kaybediyor oluşu, “iyi” bir şeyler seyretme arzusuyla dolup taşan toplumun yeni yeni ortamlara kanalize olmasına yol açtı. Lokmacı misali patlayan, her köşede muhakkak bir tanesine rastladığımız ve daha da çoğalacağını tahmin ettiğimiz dijital platformlar…
Dünya genelinde ve Türkiye’de halihazırda televizyonun yerini almış durumda bulunan bu dijital izleme platformları, 2020 yılında yaşadığımız global pandemi felaketi döneminde iyice yerini perçinledi ve tahtını uzun süre kimseye bırakmayacağını hepimize göstermiş oldu. Bilhassa pandemi döneminde ve hemen sonrasında bu platformların abone sayılarının ve sundukları içeriklerin izlenme sayılarının bilmem kaç katına çıktığına ve adeta platformlarda izleyecek içerik kalmadığına gözlerimizle ve kulaklarımızla şahit olduk hepimiz.
Pandemi döneminden günümüze kadar da bu platform savaşlarına pek çok yeni savaşçı dahil oldu. Pastanın günden güne katlandığını ve büyüdüğünü gören ülkemizin ve dünyanın önemli medya patronları da bu devasa potansiyelden nasibini almak üzere birtakım girişimlerde bulundu elbette. Hiç geri kalırlar mı? O pastayı başkasına yedirirler mi? Yedirmezler…
İzleme ortamlarının artmasının doğal neticesi olarak bu platformlarda sunulacak içeriklerin sayısında da önemli bir artış oldu haliyle. Nicelik olarak gözümüzü bir hayli doyuran bu içerikler, bünyesinde barındırdıkları süper popüler figürlerin yardımıyla hemen hemen bütün ülke tarafından izlenir, konuşulur ve takip edilir hale geldi. Nicelik açısından bu kadar doyurucu olan bu içerikler, nitelik açısından da aynı oranda değerli mi peki?
Birkaç istisna dışında, sanmam… Hem de hiç sanmam…
Şimdi geldik zurnanın zırt deliğine… Televizyonu ve o eski televizyon işlerini “analog” olarak tanımlarsak, şimdikilere de yayınlandıkları platformlar itibariyle “dijital” diyebiliriz. Peki dijitali yakalamaya çalıştığımız şu günlerde, üretilen içeriklerde dijitali yakaladık mı? Dijitalleşebildik mi?
Yine birkaç iyi örnek dışında kocaman bir HAYIR! Dijital içerik üreticileri, dijitalin imkânlarını sonuna kadar sömürseler de gerçek anlamda dijitalleşmenin bi’ hayli uzağındalar bana göre. Peki nedir bu gerçek anlamda dijitalleşmek? Bu sorunun öyle çok janjanlı bir cevabını verme çabasına girmeye pek gerek yok. Muadillerine bakmamız yeterli… Dünya ne yapıyor? Dünya nasıl dijital işler izletiyor izleyicilerine? Bizim bayıla bayıla izlediğimiz dünya dizileri neyi bizden farklı yapıyor?
Bu işlerin içerisine girip çıkmamış, işlerin nasıl döndüğüne pek hakim olmayan izleyicilerin aklına şu soru gelebilir: “Onlardaki imkân bizde var mı ki?”
Zaten bizim sektör profesyonellerinin sordurmak istediği soru tam olarak bu! Kendilerini acındırıp, yaptıkları hilkat garibesi işlere kılıf uydurmaya çalışmak için, bizim hem bütçe olarak hem de teknik imkânlar dairesinde dünya standartlarının çok çok uzağında olduğumuza inandırmaya çalışmak…
Yalan efendim yalan! Külliyen yalan! Bizim işlerin bütçeleri dünya standardında! Teknik imkânlarımız dünya standardında! Dizilere gösterilen ilgi, dünya standardının da üzerinde… Ama bizde yapılan işlerin kalitesi… Üçüncü dünya standardında… Olmaz! Olamaz! Olmamalı…
Analog kafayla dijital olunmaz… Bizde dijital platformların yöneticileri; dijitale iş yapan yapımcılar, yönetmenler, senaristler, oyuncular… Hemen hemen hepsi analog kafada ve analog vücutta… Haliyle dijitale yaptıkları işler de analogdan hallice… Bu arada yinelememde fayda var, analoğun (tv dizilerinin) ve dijitalin (internet dizilerinin) birçok iyi, hatta iyinin de ötesinde örnekleri var. Onlar tamamen standart dışı… Biz ekseriyeti konuşuyoruz. “İyi” örnekleri olmakla mukabil, maalesef ekseriyeti “kötü” dizilerimizin… Kötüyü biraz açalım. Bu devirde iyi olmak için yeni olmak, çağı yakalamak ve çağın gerektirdiklerini ortaya koymak önemli. Çağdaş olanın iyi olduğu bir dönemdeyiz. Sürekli yenilenen dünyada farklı şeyleri ortaya koymanın gerekliliği yadsınamaz elbette. Bizde hep şey söylenir: “Bu yeni dizilerin tadı yok. Eskiler bambaşkaydı…” İşte o eskilerin bambaşka olmasının, bambaşka hissettirmesinin sebebi, o işlerin dönemine göre yepyeni, farklı ve çağdaş içerikler olmasıydı. Şimdiki “yeni” dijital işler bile “eski”, demode ve çağdışı… Tamamen eski kafa, eski vücut işler… Ne hikâyelerde bir yenilik var, ne anlatımda, ne çekimde, ne de bütünde…
Nasıl olsun ki? Televizyona iş yapanlar, televizyonun musluğunu tutanlar, televizyonla evinin ön bahçesi gibi oynayanlar, dijitali da arka bahçeleri olarak kullanır oldu. Televizyon senaristi gerekli gereksiz, bol bol müstehcen sahne eklenmiş, hemen hemen her karakterin yerli yersiz küfürler savurduğu bir hikâye yazar, televizyonun “dahi” yönetmeni son derece demode tekniklerle ama oyuncuları ekrana yakıştırmak suretiyle rejisörlük yapar, yapımcı da bol bol ürün yerleştirmeyle reklam bütçelerini arş-ı alaya çıkarıp yeni yatında ilk bölüm izleme partisi organize eder. Zaten işin sunulacağı platformun “içerik yönetiminde” tanıdık bir isim vardır. Yapımcının eski yol arkadaşı şimdi de ne hikmetse platformun yerli içerik sorumlusu olmuştur… Tamamen kaliteli içerikler sunmak ve standardı yükseltmek için, aman başka şeyler aklınıza gelmesin… Oyuncular da sadece yetenekleri sayesinde, iyi oyunculukları mahiyetinde kazandıkları astronomik bölüm ücretlerini afiyetle yer… Biz de bunların yaptığı o leş içeriği bayıla bayıla izleriz. Hatta sosyal medyada savunmalar yaparız, birisi bu tarz bir eleştiride bulunduğunda… Sanki kendi işimizmiş gibi…
Dijitale iş yapan televizyon yapımcısının televizyondan pek de farklı olmayan, yalnızca bol bol +18 sahne eklenmiş, dizi yapma formülü;
- Memleketin “hatrı sayılır” senaristlerinden birine marjinal ve fantastik olaylar içeren bir kitabı, efsaneyi, hikâyeyi uyarlat. Ya da son günlerde popüler olan, televizyonda bol bol ekmeğini yediğin “ünlü” bir “psikoloğun” ajitasyonun dibini sıyıran melodram “eserini” al,
- Başrole de yeteneksiz, basiretsiz, ferasetsiz ama “ekrana yakışan”, “takipçi sayısı bol”, “iyi abone getirecek” birilerini koy,
- Yanlarına da serpiştir iki üç kallavi, kalender, usta oyuncuyu,
- İşi de çektir bi’ tane, tek işi oyuncu yönetmek olan, perspektiften, alan derinliğinden, mizansenden ve kurgudan bihaber bir “yönetmene”,
- Yap hayvan gibi pr’ını,
- Sat eski yol arkadaşın, yeni platform “içerik direktörüne”,
- Onlar da bastırsın olur olmadık her yere afişleri…
Sonra gelsin paracıklar, paracıklar… Körler, sağırlar birbirlerini ağırlar ne de olsa…
(Bu arada, tekrar hatırlatmak isterim. Dijital içeriklerin “iyi” örnekleri bu eleştirilerin tamamen uzağındadır… İyi örnekleri atlamayalım: Sıfır Bir, Behzat Ç: Çekiç ve Gül, Gibi, Yarım Kalan Aşklar, Bozkır, Doğu, Bir Başkadır, Erşan Kuneri… Bir elin parmağını zar zor geçen bu gerçekten “iyi”, gerçekten “yeni”, gerçekten “orijinal” ve gerçekten “kaliteli” işler tamamen değerlendirme dışıdır. Zaten gayemiz, yerle yeksan olan dijital dizi ortalamasının, bu üst klasman işlerin seviyesine çekilmesine ön ayak olmaya çalışmaktır, çalışmak olmalıdır… )
“Dizi süreleri çok uzun” diye ağlayanlarla “Aman reklam bütçelerimiz düşmesin” diye kırk takla atan bu sektör profesyonelleri, dijital işlerinde de yeni bir göz boyama metodu buldu şu günlerde… “Milli, tarihi, kültürel değerlerimizi tanıtıyor ve halkı bu konuda bilinçlendiriyoruz” Gülmeyin, bunu gerçekten söyledi içlerinden birisi. Yaptığı içeriği niteliğiyle sevdiremeyeceğini bildiği için, “Hikâyemiz Göbeklitepe’de geçiyor. Tarihi değerlerimizi koruyoruz” diyerek satmaya çalışıyor şark kurnazı… Bunun adı düpedüz eyyamdır, argo tabirle yaban çakallığıdır…
Ayrıca da bizim senaristlerimiz yıllardır, “İki, iki buçuk saat yazıyoruz. 45 dakika yazsak bizden neler çıkar” diyorlardı. Birkaç ismi ve işini istisna tutarsak, genelinden pek de bir şey çıkmadığını görmüş olduk…
Nasıl dijitalleşiriz peki?
Yenileyerek, yenilenerek… Yenilenmek lazım, yenilik lazım, yeni şeyler yapmak, söylemek lazım… Bu eskilerden yenilik çıkmıyor, çıkmayacak çok belli… O yüzden sektöre yeni kişiler, yeni fikirler, yeni dünyalar gerekiyor. Gerçi gelen yenilerin de birçoğu eski kafalı ama olsun, yenilik iyidir.
Bu dönüşümde izleyicilere de önemli pay düşüyor, takdir edersiniz ki. Bizler her şeyde olduğu gibi bu tarz içerikleri de ya çok seviyor ya da nefret ediyoruz. Dizileri de çok seviyoruz. Önüne arkasına bakmadan, nihai amaca odaklanmadan seviyor, körü körüne destekliyoruz. Eleştirmemiz lazım. “Kötü iş istemiyoruz” dememiz lazım. “Sürekli aynı şeyleri seyretmekten bıktık” dememiz lazım. Lazım ki yenilenelim… Lazım ki yenilensinler…
Ne yazık ki, konvansiyonel medyada olduğu gibi yeni medyada da üretilen içeriklerin izlenme gerekçesi hikâye, anlatım veya çekim değil; başrolde yer alan popüler figürler… Bizim halk dizileri oyuncu için izliyor. Oyuncu için dizi izlenir, ancak sırf oyuncu için izlersek, sırf oyuncuya önem gösterir ve aynı hikâyeleri farklı oyuncularla bize yutturmaya devam ederler. Popüler figürlere de aşığız neredeyse…. Hiçbirinin gerçek karakteri hakkında en ufak bir fikrimiz bile olmamasına karşın, anamızı babamızı savunmadığımız kadar savunuyor, kendimizi beğenmediğimiz kadar onları beğeniyoruz. Onların bize sundukları şeyin bir persona olduğunu, gerçek yüzlerini asla bilmediklerimizi unutuyor, personalarına hayran olduğumuz popüler kültür figürlerinin karakterleri ön plana çıktığında da hayretler içinde kalıyoruz.
Beatmucit Ceyhuni adlı sanatçının bu durumu çok güzel özetleyen bir sözü var. Yazıma bu sözle nokta koymak yerinde olacaktır. Hem bir sonraki yazının ana teması hakkında da ufak bir ipucu verir:
“Hiç kimseye hayran olma, onu kuliste gördüğün gibi değil…”
*** Birilerinin bunu anlatması, bunları konuşması lazımdı. Kapıyı ben açtım, arkamdan gelenleri de sabırsızlıkla bekliyorum. Eleştiri denen şey, yalnızca hayran olmaktan veya tu kaka etmekten ibaret değil. Eleştirinin birilerine dokunması, dokundurması, bir işe yaraması, bir açık kapatması gerekir.
Bu türden dokundurmalarım bu köşede devam edecek. Ben elimi taşın altına soktum. Hadi bana ilk taşı günahsız olan atsın…
Vesselam.