Hicretin Çekmecesinde İtikâf

Küçük bir kasabada yaşayan Gizem, bu yıl Ramazan’ın son on gününü dedesinin evinde geçirmeyi planlıyordu. Ancak içindeki sesler onu rahat bırakmıyordu.
“Nasıl gideceksin? Eşin, işin, çocukların, iftar hazırlığı… Sahurda kim kalkacak?”

Yorgunlukla uykuya daldığında, dedesinin evindeydi. Uyandığında ise gerçekten oradaydı! Fakat dedesini sorduğunda aldığı cevap onu şaşkına çevirdi.
“Bilmiyor musun? Deden vefat etti.”

Kulakları uğuldadı, olduğu yere çöktü. Hatırlamaya çalışırken bayılmıştı.

Gözlerini açtığında, dedesinin odasındaydı. İtikafa çekilmişti. Odada kimse yoktu. Kütüphanenin raflarını karıştırırken küçük, eski, çekmeceli bir sandık gözüne ilişti. Üzerinde titrek bir yazıyla şu kelime yazılıydı:
“لَيْلَةُ الْقَدْرِ” (Kadir Gecesi)

Eli çekmeceye dokunduğunda duvarlar eridi, kendini uçsuz bucaksız bir çölün ortasında buldu. Gökyüzünde tek bir yıldız parlıyordu, “Takdir’in Yıldızı.”

Gecenin karanlığında, çekmeceden yükselen bir ses duyuldu.
“Hicret, nefsinin çölünden başlar. Her kum tanesi bir pişmanlıktır. Yüzleş ki yol alabilesin.”

Gizem, avucuna düşen kumları sıktı. Kumlar, geçmişinden gelen seslerle doluydu. Avucundaki her tanecik, kalbine dokunan bir hikâye anlatıyordu.

8 yaşında dedesine söylediği yalan… O gün, dedesinin gözlerindeki hayal kırıklığını asla unutamamıştı. “Ben yapmadım!” demişti, ama şimdi o yalanın utancı hâlâ içini yakıyordu.

18 yaşında anne babasına bağırdığı o an… “Sizi asla affetmeyeceğim!” diye haykırmıştı. O çığlık, şimdi kulaklarında yankılanıyordu. Keşke o anı geri alabilseydi.

25 yaşında üzülürken bencilce üzdüğü insanlar… Onların gözyaşlarını hatırladıkça, içi sızlıyordu. Kendi acısını dindirmek için başkalarını incitmişti.

Sırada bekleyen ne çok ses vardı… Her bir pişmanlık, bir kum tanesi gibi avucundan kayıp gidiyor, kalbinde derin izler bırakıyordu.

Tam o anda, bir bedevi belirdi. Yüzü güneşten yanmış, gözleri bilgeliğin derinliğinden bakıyordu. Bedevi, Gizem’in avucundaki kumlara baktı ve yumuşak bir sesle konuştu.
“Sabır, ateşi suya çevirmektir. Pişmanlığın külü, tevbenin toprağına karışsın. Her kum tanesi geçmişinden bir tohum taşır. Rüzgârla savrulur, toprakla buluşur ve yeni bir hayat filizlenir. Sen de pişmanlıklarını toprağa bırak ki, kalbinde yeni bir bahar açılsın.”

Gizem, bedevinin sözlerini dinlerken gözlerini kapattı. Avucundaki kumlar yavaş yavaş kayboldu. Sanki her bir tanecik, geçmişinden bir yükü alıp götürüyordu.

Gizem, çekmeceyi yeniden açtı. İçinde, üzerinde “Tevekkül Suyu” yazan küçük bir testi vardı. Testiden bir yudum aldığında, suyun sesini duydu.
“Allah’a güvenmek, emaneti O’na bırakmaktır. Kendine bu kadar güveniyorsan, kontrolü kaybetmekten neden korkuyorsun? Gittikçe yalnızlaştığının farkında mısın?”

Bir anda su onu içine çekti. Şimdi duvarları ayetlerle örülü bir mescitteydi. Mihrabın önünde, yüzünde sahte bir özgüvenle duran devasa bir heykel vardı.

Heykel gürledi.


“Ben senim! Dua ederken bile insanlarla çekişmeyi bırakamayan, kimliğini bulamayan sen!”

Gizem, çekmeceyi heykelin alnına fırlattı. Heykel paramparça oldu. Enkazdan bir yıldız yükseldi. Üzerinde “Kadir Gecesi” yazısı parlıyordu.

Yıldız onu zamanın sınırına götürdü. Işık içinde iki siluet belirdi.
Geçmişteki Gizem’in gözleri kalabalığın onayında, elleri dualı ama yüreği kibirle dolu…
Gelecekteki Gizem secdede; sırtındaki yükleri bırakmış. Yüzünde huzur… Görünmek değil, görmek istiyor.

Yıldız alnına dokundu:


“Kadir Gecesi, kaderin ölçüsüdür. Ama ölçüyü belirleyen, kendinle yüzleşerek Rabbine yönelebilmendir.”

“Allah’ım yardım et!” çağrısı çölün kumları gibi dalga dalga yayıldı.

Gizem gözlerini açtığında, kendini cami avlusunda buldu. Çekmece hafiflemişti. İçinde bir kâğıt vardı:
“Hicret, nefsin karanlığından kalbin aydınlığına yolculuktur. İtikaf, bu yolun azığı; Kadir Gecesi, menzildeki ışıktır.”

Gizem, cami avlusundan çıktığında, avlunun köşesinde kökleri toprağın derinliklerine uzanan devasa bir ağaç gördü. Ağacın dalları gökyüzüne uzanıyor, yaprakları hafif bir rüzgarla hışırdıyordu. Ağacın gövdesinde, üzerinde “Hayat Ağacı” yazan bir levha asılıydı.

Ağaca yaklaştığında, dallarında geçmişinin izlerini görüyordu. Her yaprak, farklı bir duygu taşıyordu. Kökleri ise toprağın derinliklerine, dedesinden öğrendiklerine, ailesine ve inancına uzanıyordu.

Gizem, ağacın gövdesine dokundu. Birden, ağaç dile geldi:
“Ben senim. Köklerim, geçmişin, dallarım, geleceğindir. Yapraklarım ise yaşadığın her andır. Geçmişinle barış ki, dalların gökyüzüne ulaşabilsin.”

Gizem, ağacın altına oturdu. Gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Artık biliyordu: Geçmişinin yüklerini taşımak zorunda değildi. Kökleri onu besliyor, dalları ise onu özgürlüğe taşıyordu.

Ağacın gövdesinde asılı duran levhaya,
“Hayat ağacının kökleri, geçmişimizle bağlarımızdır. Dalları ise geleceğe uzanan umutlarımız. Yapraklarını dökme korkusuyla, köklerini unutma. Çünkü her dökülen yaprak, yeni bir filizin habercisidir.” diye yazdı.

Sonra çekmeceye yazdığı notu bıraktı.
“Bu çekmece, içinde çöle hicret edecek cesareti olanı bekler. Pişmanlık kumları, tevekkül suyu ve kader yıldızı… Sır, yüzleşmekte.”

Gizem, ağacın altından kalktığında, yüzünde bir tebessüm vardı. Çekmecedeki yazdığı kâğıda bir not daha ekledi.
“İçimizdeki çekmeceleri açmak, yaralı yanlarımızla yüzleşmek demektir. Peki siz… Hangi pişmanlığınızın kumunu eritecek, hangi kibrinizi devireceksiniz? Tevekkül suyundan içebilecek misiniz?
Unutmayın! Hayat ağacının kökleri, geçmişinizle bağlarınızdır. Dalları ise geleceğe uzanan umutlarınız. Yapraklarınızı dökme korkusuyla, köklerinizi kurutmayın. Çünkü her dökülen yaprak, yeni bir filizin habercisidir.”

Gizem, dedesinin odasına döndüğünde, dolabın üzerinde duran eski bir tablo gözüne ilişti. Tabloyu eline aldığında, arkasında dedesinin el yazısıyla yazılmış bir not gördü.

“Gözümün Nuru Yavruma Vasiyetimdir.”

Tabloyu çevirdiğinde, Lokman (a.s.)'ın öğütleriyle karşılaştı.

“Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.”

“İnsana, anne ve babasını vasiyet ettik. Onu, annesi zorluk üzerine zorluk içinde taşıdı. İki yıl boyunca ona süt verdi. Bana, anne ve babana şükret! Dönüş Bana'dır.”

“Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.”

“Yavrucuğum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.”

“Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği iş edin. Kötülükten uzak dur. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.”

“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah, hiçbir kibirleneni, övüneni sevmez.”

“Yürüyüşünde ölçülü ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini, şüphesiz eşeklerin sesidir!”

Gizem, tabloya sımsıkı sarıldı. Burada yazanlar dedesini anlatıyordu. Gözlerinden süzülen yaşları sildi ve yanında olmayan dedesine seslendi.
“Dedeciğim, seni anlayamadığım için özür dilerim. Seni çok seviyorum, biliyorsun değil mi?”

Uyandığında bin aydan daha hayırlı bir gece sona ermiş, tan yeri ağarmış, melekler ve ruh geldiği yere dönmüştü. İçini ürperten hafif bir esinti hissetti. Gizem derin bir nefes aldı ve tüy gibi hafiflediğini hissederek gülümsedi.

Artık biliyordu. Asıl hicret, nefsin çöllerinden ruhun sonsuzluğuna uzanan uzun ince bir yoldu. Ve bu yol, herkesin kendi içindeki çekmeceyi açmasıyla başlıyordu.

Zübeyde Kösebalaban