Değerlendirme ya da değer hükümleri nasıl ortaya konuluyor? Kim neyi nasıl değerlendiriyor? Kim neyde ne aramaya çalışıyor. Değerlendirilmeye çalışılan bir konuda değerlendirenin aradığı ve önemsediği şey bulunamaz ise değerlendirenin önemsemediği gündeme getirilir. Ama var olan şeyler ne olacaktır? Değerlendiricinin aradığı yok diye o şey tümüyle yok mu sayılacaktır? Rönesans ve aydınlanma düşünürleri Orta Çağ düşüncesinde arayıp da bulamadıkları bireyci ve akılcı özellikler yok diye bin yıllık düşünce dünyasını hepten yok sayabilirler mi? Orta Çağın patristik (kilise babalarının felsefesi) felsefe mensuplarının aradığı imancı yaklaşım yok diye Yunan felsefesinin hepten yok mu sayılmalıdır?  
Her dönemde yeniyi sevdirmek adına yapılan geçmişi kötüleme hatta inkar, toplumların geleceklerinin de inkar edilme kapısının açılmasını aralar. (Bahtiyar Vahapzade’nin ifadesiyle “Geçmişine gülle atanın geleceğini topa tutarlar.” Bu yüzden, toplumların kültürü mazi, hal ve gelecek olmak üzere üç bölümde değerlendirilmelidir. 


Salt mazi hayranlığı Osmanlıyı tarih sahnesinden sildi, bari biz, mazi düşmanlığı ile elimizdeki vatanı ve geleceğimizi emanet etmek istediğimiz gençliğimizi kaybetmeyelim.  Maziye eski, köhne metruk diye sırt çevirdik ama bir buçuk asır geçti geleceği yetkin anlamda yakalayamadık. Bunca imkan içinde ayağa kalkamamanın, çağı yakalayamamanın sebebi, bir kısmına batının sahip çıkıp yeni ambalajlar, gösterimler ve varyantlar içinde dünyaya çağdaş değerler diye sunduğu ‘bizi biz yapan medeni değerlerin’ farkına bile varamayışımız ve irdeleme yapmadan uygar sayıp yönümüzü çevirmek istediğimiz halde bir türlü ulaşamadığımız dünyadan gelecek mucizevî reçeteleri beklemek durumunda kaldık. Ama batının bize çağdaşlaşmamız için önerdiği değerleri de özümsediğimiz söylenemez. Ancak, son on yıllarda olumlu yönde bir kıpırdanışa tanık olunmaktadır.  
Medeniyetler kuran milletler büyük yenilgiler ve felaketler yaşayabilirler, maddi zenginlikleri ve insan gücü ellerinden gidebilir ama geçmişlerinden intikal eden kültürel birikimleri sayesinde organizmanın otomatik olarak genlerini yenilediği gibi kendilerini yeniden donatırlar. Eskimeyen bir medeniyetin coğrafyası üzerinde yaşayan bir milletin fertleri medeniyet oluşturamamış ulusların bireyleri gibi günübirlik ve hedonist (zevk perest) bir yaşam biçimini amaç olarak benimsemeleri doğal karşılanamaz, onların geçmişlerinden gelen ve geleceğe yönelen üstün hedef ve amacı tarihsel bir misyon olarak yüklenmeleri gerekir.  


Tarih, geçmiş, şimdi (hal) ve geleceğin kaynaştırılamaması yüzünden dünyanın geniş bir coğrafyası istenmeyen acılarının ve felaketlerinin yaşandığı arena gibidir. Uygarlıkların yaşayabilme ve atılım yapma şansı zamanın üç diliminden ikisi olan geçmiş ve gelecek arasında kurulan denge ile artar. Ülkemizde Cumhuriyetin 102. yılının idrak edildiği şu günlerde tarih bilincimizin yeniden irdelenmesi gerekmektedir. Uygarlığın üç tümel düşünce ayağından, ilki, geçmişin hatıralarıyla ulusal onurun kazanılıp yabancı unsurlara direnme azmi kazandırması, ikincisi, şimdiki zamanın çok iyi değerlendirme duygusu oluşturması ve üçüncüsü de parlak bir gelecek oluşturma kararlılığı aşılamasıdır. İşte uygarlıkların varlığını koruma ve devam ettirme hatta daha da ileri götürme imkanını hazırlamaları bu üç düşünce tarzının birbirlerinin alanlarına müdahale etmeden uyum içinde etkileşimleriyle mümkün olur. 


Milletler, bu üç düşünce tarzının üçünü birden önemini kavrayıp yaşatılmasına gayret ettikleri ölçüde canlı, diri ve rağbet olunan sistemleri üretebilirler. Ancak bunların biri diğer ikisine ya da ikisi diğer birine tercih edildiği an tehlike çanları çalmaya başlayacak demektir. Bir düşünce sistemi herhangi bir toplumun hayatında yaşam pratiğini asırlar içinde oluşturduktan sonra zamanla uygarlık haline dönüşür ve geçmiş hal ve gelecek diye üç algılama biçimine dönüşür. İşte uygarlığın varlığını sürdürme şartı bu üç algılama biçiminin canlı ve uyumlu bir şekilde sürdürülmesinde yatar. 
“Bu günkü değerlerimiz, kurumlarımız, alışkanlıklarımız ve ülkülerimiz bir anda peyda oluvermiş değillerdir.  Bunlar birbiri ardından akıp gelen kuşakların uzun bir geçmişi dolduran faaliyetlerinin ve tecrübelerinin ortak paydası ve bileşkesidir. Bu bileşkeyi layıkıyla kavrayabilmek için zorunlu olan yol; oluş vetiresini (sürecini) irdeleyerek gelişme ve şekil değiştirmelerindeki safhaları izlemektir.


Halin gerçek değerini objektif bir bakışla takdir edebilmek için de maziyi tanımak zarureti vardır. İnsan kendi yüzünü göremez. Onu görebilmesi için bir aksettirici vasıtaya muhtaçtır. Başka hayat ve alemler kendi hayat ve alemimizi bir ayna gibi idrakimizde aksettirir.” (R. Şemseddin Sirer a. g. m.) tarih öğrenmemenin açabileceği tehlike hakkında da “Yalnız kendi zamanın bilen insan için bu zamanın kıymetlerini mutlak telakki etmek, bunların ancak oldukları gibi olabileceklerini sanmak tehlikesi mevcuttur. Orta Çağ insanının düşünüşünde ve hükümlerinde dogmaların sınırını aşamayışının önemli sebebi mazi hakkında pek az şey bilmekte oluşu idi. Bundan dolayı inandığı şeyleri ve müesseseleri mutlak ve değişmez sanıyordu. Onda içinde yaşadığı hayat ve alemin kendi iradesi ile değiştirilip düzeltilebileceği fikri yoktu. Bundan dolayı Orta Çağ, insanlığın umumi tekamülünde bir duraklama devri olmuştur” (Sirer, 37).


Her şey değişiyor, o halde bir şey değişmiyor, o da ‘her şeyi değiştiren ilke’dir. Bu nedenle ‘her şey değişir’ ilkesi kendi içinde çelişki taşır. Çünkü, genel önermeye zıt bir önerme bulunduğunda tümel tikel haline gelir. O zaman değişme her şeyde değil bazı şeylerdedir. Her şey değişir deyip de ama bir şey değişmez demek çelişkilidir. Çelişkili durumdan kurtulmak için her şeyin değiştiği savından vaz geçerek yargımızı tikel anlamda (bazı) kurmak zorundayız. 


İlkin yanlışın öğrenilmesi doğrunu öğrenilmesini güçleştirir Yanlışı güçleştirir. Mozart bir kişinin oğluna piyano dersi verecekti. Adam ders ücretinin kaç para olduğunu sorunca, Mozart 100 penik dedi. Adam, ama bizim çocuk biraz piyano bilir, deyince o zaman 150 penik der. Adam kendince garip bulduğu bu ücret artışının nedenini sorduğu zaman Mozart, o elli penik’i de çocuğun yanlışlarını gidermek için talep ediyorum, der. Eğitim biliminde öğrenmenin bir kuralı “yanlış öğrenenlerin, hiç bilmeyenlerden daha zor öğrendiklerini belirtir. 


Bir bayram günü yeğenlerimle yaşadığım bir tecrübe aynı kuralın geçerliliğini bana gösterdi. Sanırım Ramazan Bayramlarından biriydi. Tatlı bir Haziran sabahında yeğenlerimin bayramlaşmaya geleceği beklentisi içinde hazırladığım şekerlemeleri ve harçlıkları vermek için kapıyı açık tutmuştuk. Yeğenlerimden biri kapıya geldi, içeri girmeden “Geel elini öpücüm” dedi. Şekerini harçlığını verdikten sonra yeğenim gitti.  Ben bu davranışı tuhaf bulmuştum. Neden bu davranışı sergiledi yeğenim diye düşündüm. Yeğenimin bu tutumu, ailecek çocuklarımıza davranış modlarını öğretmemekle ilgiliydi. Bayramlarda çocukların büyükleriyle nasıl bayramlaşacaklarına, nasıl el öpeceklerine ilişkin bir davranış modu öğretilmediğini fark ederek yeğenlerimin o bayramdan itibaren büyükleriyle nasıl bayramlaşılacağına dair bir format belirleyip bunu 7, 8, 9 ve 10, 11, 12 yaşlarındaki yeğenlerime söylettim. “Anneciğim, babacığım, dedeciğim, nineciğim, abiciğim, ablacığım, yengeciğim, enişteciğim, amcacığım, dayıcığım, halacığım, teyzeciğim Kurban/Ramazan Bayramınız mübarek/kutlu olsun izin verirseniz elinizi öpebilir miyim? Yeğenler bu bayramlaşma formatını zor öğrendiler. Dikkatimi çeken şey; 7, 8, 9 yaşlarındaki yeğenlerim üç dört tekrarla, 10, 11, 12 yaşlarındaki yeğenlerin 5-6 kez tekrarlatarak öğrenmeleri oldu. Yanlış pekiştikçe doğruyu yerine ikame etmek güçleşiyor. Biz genelde çocuklarımıza davranış kurallarını formatlarıyla değil de üstün körü davranış pratikleriyle öğrenmelerini istiyoruz. Şu an 40-50’li yaşlara gelen yeğenlerimiz öğrendikleri bu davranış formuna bazıları her kese karşı bazıları da sadece bana karşı riayet ediyorlar.