Değerli hemşerilerime bu kez düşünsel bir yaklaşımımı paylaşayım istedim. MÖ. 5 asır öncesinde, Sofist Protagoras’ın öğrencisi Kallikles’e göre, “adalet, sadece boş bir sözdür, adalet diye bir şey yoktur, ancak iktidar için yapılan bir mücadele vardır. Bu itibarla adil ve adil olmayan insanlar değil, sadece daha kuvvetli ve daha zayıf insanlar mevcuttur. Yine Sofist Kritas da herkesin onayladığı “adalet” diye bir değer yoktur, adalet güçlünün uyguladığı” şeydir, diyordu. Sokrat ise buna karşı çıkarak “herkesin uyması gereken bizatihi adalet” kavramının gerçekliği vardır ve “ahlak” bizatihi bir değer ilmidir, diyordu. Bu konuda günümüzde kitlelerin vardığı sonuç: Sokrat’ın sözü dillendirilmeli ama doğruluk ve dürüstlüğü değil fırsatları değerlendirmek gerektiği, önemli olanın haklının değil güçlünün yanında olmak gerektiği yanılsaması (illüzyon) dır. Toplumun sanırım temel sorunu söylem ve eylem karşıtlığıdır.
Roma Mahkemelerinde demagojiye çok önem verilirdi. Sözlükte “yanılmak, hata etmek” anlamındaki galat kökünden türetilen mugalata/safsata), demagoji terim olarak mantık hilelerini kullanıp dil cambazlığı yaparak muhatabı yanıltma, mânasına gelmektedir. Demagojik yaklaşıma göre, bir kişinin suçlu sayılması için, suç işlemesine gerek olmadığı gibi bir kişinin de masum sayılması için onun suçsuz olması gerekmez. Kişi suçlandığı davada kendinin masum olduğunu kanıtlayamıyorsa suçlu, kişi mücrim olsa da suçlandığı davada kendini iyi savunuyorsa suçsuz sayılır. “Söz savunmanın” denilen Roma Retoriğinin temel ilkesi, ana fikri budur. Bu konuda düşünürlerin genel kabul gören özlü sözleri de mevcuttur: François Bacon (Beykın) ın “Bilmek hükmetmektir”, “Auguste Comte’un “Güç için bilgi gerekir”, Bir Arap atasözü “Hüküm bilenin hakkıdır”, Napolyon’un “Başarı hatayı unutturur” gibi.
Hukuk’taki bu çarpık durum, “doğru haberciliğin” ilke sayıldığı Gazetecilik ya da topyekun Medya sektöründe de geçerli hale gelmiştir. Günümüzde her olay, gazetecilik mesleğinde, medya sektöründe haber değeri taşımaz. Bir olayın haber değeri taşıyabilmesi, reyting alabilmesi/tıklanabilmesi için çarpıcı bir olay olması gerekir. Çarpıcı olmayan olayların habercilikte haber değeri olabilmesi için haberin çarpıtılarak ilginç hale getirilmesi gerekir. Örneğin, diyelim ki, bir ilçede müftünün kurbanlık keçisi çalınmış olsun, bunun bir haber değeri olmadığı için reyting alıp tıklanmaz, ama -bir zamanlar yapıldığı gibi- olayı çarpıtıp, müftü keçi çaldı diye verildiği zaman çarpıcı hale getirilir.
Bir diğer örnek de “köpeğin boğazından ısırdığı bir yurttaş öldü” haberi gazetecilik mesleğinde, medya sektöründe haber değeri taşımaz. Haberin medyatik hale getirilmesi için çarpıtılması gerekir. “Bir yurttaş kendisine saldıran köpeği boğazından ısırarak öldürmüştür”, diye verildiğinde haber değeri taşır.
Sofistlerden bu yana tarihte geçen 2500 yıllık zaman diliminde Sokratik değer yargısı olan doğruluk (vrai) ve ‘adalet (dike)’in pratikte nadiren cari olduğu yıllar -o da medeniyet kurmuş toplumların bazısında- kısa zamanlı lokal coğrafyalarda uygulama imkanı bulmuştur. Bu da mutlak adalet” kavramının yeryüzünde insanın elinde gerçekleşmeyeceğini ortaya koyar.
Peki bu sorunla ilişkin önerim var mı? İkilemli bir önerim var: Ya övdüğümüz Sokrat’ı izleyip söylemlerimizle eylemlerimizi örtüştürüp Mevlana’nın dillendirdiği “Ya göründüğün gibi ya da olduğun gibi görün” ilkesiyle erdemli bireyler olup uygar yurttaşlar olarak yaşamak ya da izlediğimiz Kallikles’e övgüler de dizip mürailikten kurtulmak ama kişi ve gruplar arasında topyekun bir çatışmayı da kucağımızda bulmak.
Kedi yavrusunun gözleri açılırsa, her kes Kallikles’i ve Kritas’ı izleyecek, bundan da insanın türdeşini parçalayacağı bir kaotik yapı bizi sarmal halde kuşatacak demektir. Fıkra bu ya, Hitler Almanya’sında okullarda öğrenciler, Nazi Partisinin ilkeleri doğrultusunda eğitilmektedir. Bir İlkokul 1. Sınıf öğrencisi, “öğretmenim, bizim kedimiz yavruladı, yavru ne dedi biliyor musun”, der. Öğretmen de bilmiyorum, yavrum der. Öğrenci, “Hayt Hitler”, dedi öğretmenim. Öğretmen çok sevinir, hemen gider okul müdürüne durumu anlatır. Bir hafta sonra okula bir müfettiş gelerek müdüre, “nasıl müdür bey öğrencileri Nazi Partisinin ilkeleri doğrultusunda eğitebiliyor muyuz”, der. O da müfettiş bey nasıl eğittiğimizi bizzat gözlerinizle müşahede edelim, diyerek müdür ve müfettişi bu çocuğun okuduğu sınıfa götürür. Müdür, çocuğa, “söyle bakalım yavrum, yeni doğan kedi yavrunuz, ne diyor?” Çocuk, “Kahrolsun Hitler diyor öğretmenim”, der. Öğretmen, müdür ve müfettiş mosmor olurlar. Öğretmen, “yavrum, geçen hafta başka bir şey söylüyordun”, deyince, çocuk, “Haa öğretmenim o zaman gözleri açılmamıştı”, der.
Günümüzde varlıklarını sürdüren toplumlarda demek ki, her şeye rağmen Sokrat’ın önerdiği kadîm yolu terk etmeyen, fıkraya göre gözleri açılmadığı halde gönülleri açık insanların varlığı söz konusudur. Her kesin gözü bencillikle açılmış olsa ne düzen, ne nizam, ne güvenlik, ne de hakkaniyet duygusu kalır. “Kap kaç” ve Kır çal” türünden toplumsal anomi yaşanır. Bu Hangi toplum olursa olsun, insanlığın hala varlığını, varoluşunu devam ettirmesinde önemli yer tutan kadîm insani ve ahlaki değerleri, yani hak, hukuk, doğruluk, dürüstlük, az ile yetinme, hayatın bencilce değil, topluca, birlikte, ayrışarak değil dayanışarak yürütülebileceği gözardı edilmemelidir. Bizler, hadiselere farklı veçhelerden bakmadığımız sürece toplumda yaşadığımız halde tek kişilik düşünme embesilliğinden kendimizi kurtaramayız.