Ulu Caminin güney batı köşesine yüz metre uzaklıktaydı evimiz. Bugünkü Güner Emlak’ın hemen güneyindeki ev. Şimdi yerle bir edildi. Her Elbistan evi gibi iki katlıydı; taş temel üzerine kerpiçle yapılmış, toprak damlıydı.
O gece yağmur ve rüzgâr sesiyle uyanmıştım. Sonra iki kardeşim, annem ve rahmetli babam da uyandı. Yağmurun hızlanıp yavaşlaması o kadar farklı tıpırtı korosu oluşturuyordu ki dikkatle dinlememek, hatta beğenmemek mümkün değildi. Toprak dam ıslandıkça ses değişiyor daha şıpırtılı, daha sulu bir koroya dönüşüyordu. Annemin sesini duyduk:
‒ Amanın dam akmasaydı.
Demek ki çok küçükmüşüm. Dam her zamanki dam olduğuna göre daha önce de yaşanmıştır, ama ben ilk onu hatırlıyordum. Seslendim:
‒ Anne damımız niye akacak, nasıl akacak?
‒ Oğlum dam toprak, yağmur suyunu eme eme altına geçecek ve akacak…
‒ Akarsa n’olur?
Annemin cevap olarak “Akarsa” dedi ama tamamlamasına fırsat vermedi, evin içinde iki yerde birden tıpırtı duyuldu. Annem yatağından fırlarken bana cevabını tamamladı:
‒ Aha böyle olur.
Kalktık, yatarken gaz lambasını içine çekerdik, onu çıkarttı. Annem elindeki lambayı tavana doğru kaldırıp nemli yerler aradı, az nem bulduysa eğilip yerdeki kilimin üzerine baktı; tam anlamamışsa eliyle yokladı; böyle böyle akan yerleri tespit etti. Su sızıp tavandaki merteğin yuvarlaklığında birleşip tam ortasında kocaman bir damla oluyor ve kendini taşıyamaz hale gelince de damlıyordu. İki ayrı yerde tespit ettik. Akmaya hazırlanan birini daha keşfettik; üçünün de altına tas koyduk. Annem her tasın içine birer tane de elbezi, saçak gibi şeyler koydu. Yine sordum:
‒ Anne tasların içine bezleri niye koydun?
‒ Oğlum damlayınca sağa sola sıçrar, ıslatmak istemediğimiz yerleri daha beter ıslatır. Bez korsak sıçratmaz.
Onu da öğrenmiştim. Yıllar sonra öğretmenlik yaptığım köylerde oturduğum evlerin bazılarının damı akmıştı da uygulamıştık bunu… Annem tekrar lambayı içine çekerken babama tembih ediyordu:
‒ Yağmur keser de dam çekişirse yarın dükkâna giderken, yok kesmezse işten geldikten sonra damı bir iyice loğla…
Rahmetle babam terziydi. Hiç seslenmedi. Bu, onun ‘tamam’ demesi kabul edildi.
Ertesi gün de öğleye kadar yağdı yağmur, sonra kesti.
İkindi sonu babamı dört gözle bekliyordum. Birlikte dama çıkmak ve loğlamak istiyordum. Anneme sormuş loğlamanın ne olduğunu az çok anlamıştım.
O yıllarda Elbistan’da elektrik henüz yoktu. Dolayısıyla esnaf dükkânını akşam ezanı okunmadan kapatır evinin yolunu tutardı. Babam evde işinin olduğunu bildiğinden daha erken geldi ve birlikte dama çıktık. Fotoğrafta görüldüğü gibi damı loğladık. Elli altmış santim boyunda, iki başının ortasında çukur yuvalar olan silindirin adıydı loğ. Bu silindiri çekmek için özel ahşap bir alet vardı; onun da bu yuvalara girecek çıkıntıları. Babam onları taktı, çıkmamaları için bağladı ve en üstteki ipten tutarak bir aşağı bir yukarı yuvarlayarak gelip gelip gitti. Dama çıktığımızda bastığımız her yer fıs fıs eder gibi yumuşacıktı, ama loğladıkça sertleşti. Sonraki günün birinde bir yerlerden “Çarpı toprağı” getirttiler. Onu nemli bir zamanda dama serpip tekrar loğladık. O yaza kadar damımız bir daha akmamıştı…
&
Aklıma 1971 Aralık ayında Mersin’in Çelebili köyüne staja gittiğimiz gün ve gece yaşadıklarım geldi. Kısaca anlatayım:
Okulun bize tahsis ettiği kamyona, bize 40 günlük staj boyunca kullanacağımız ranza, döşek, battaniye, yastık, erzak gibi malzemeleri yükleyip ikindi sonu yola çıktık. On bir kişiydik. Ben dâhil iki kişi şoför mahalline, diğer arkadaşlar kamyonun üstüne binmiştik. Gözne Yolu’na (şimdi Akbelen Bulvarı) dönerken başlayan yağmur, kamyonun arkasındaki arkadaşları ve eşyaları ıslatmaya başlamıştı bile. İlerledikçe yağmurla iyice kayganlaşan stabilize yol eski ve yorgun kamyonun hızını düşürdü. Ortalık zifiri karanlık olduğu halde yol gitmekle bitmiyordu. Meğer şoför bu tarafları bilmezmiş, bir ara yanlış yola sapmış. Bir köyde mola vermek zorunda kaldık. Sırılsıklam olmuş halde köy kahvesine dar düştük. Ortada yanan sobanın çevresine dairesel olarak sıkışıp ısındık. Bir yaşlı amca hepimize çay ısmarladı. İçimiz bir başka ısınmış, titrememiz durmuştu. Moladan sonra tarifini aldığımız Çelebili’ye yarım saat sonra vardık. Saat 16.00’da başladığımız 18 km’lik yolu 20.00 sularında tamamladık. Kamyon, okulun yola bakan bahçe duvarının dibinde lojmanın kapısını hizalayarak durdu.
Okul müdürü Hüseyin Kafa oralı olduğu için evinde kalıyormuş. Anahtarı komşuya vermiş. Onlar da bize gönderdiler. Açtık ve eşyaları sicim gibi yağan yağmur altında içeri taşıdık. Küçücüktü; iki odası, mutfağı, hela ve banyosu vardı. Bizi, yol, eşya taşımak, ıslanmak, üşümek ve açlık hem ruhen, hem de bedenen yormuştu. Lojmana girdik; ama elektrik yok, soba yok, mutfakta hiçbir şey yok, yemek yok, yatacak yer yer yoktu. Kelimenin tam anlamıyla bomboş bir lojmandı. Yapacak tek şey yatmak ve dinlenmekti. Karar verdik ve büyük odayı temizleyip yere kilimimiz olmadığı için battaniyelerden birkaçını serdik. Onların üzerine ve birbirine bitişik olarak altı yedi tane ranza döşeğini sıraladık. Oda bir baştan bir başa döşek ile dolmuştu. Bu geceyi böyle bitişik diyecek kadar yan yana yatarak geçirecektik…
On birimiz yedi döşeğin üzerine yastıklarımızı aralıksız dizdik ve ‘Allah rahatlık versin’ dileklerimizle gaz lambasını içine çektik. Yan yana sırtüstü uzandık ve konuşa şakalaşa hem açlığımızı unutmaya hem de uyumaya çalıştık. Benim pencere ile aramda iki arkadaşım vardı, bana yakın olanı Mahmut’tu. Yağmur hızını artırıyor, bir şiddetlenen bir yavaşlayan fırtınanın uğultusu hiç kesilmiyordu. İkisinin sesi kulağıma hiç de kötü gelmiyordu; hele çatıdaki kiremitlere düşen damlaların tıpırtısı çok daha eğlendiriciydi. Gerçi buranın üstü çatıydı, ama biz toprak dam niyetiyle tıpırtıları dinliyorduk. Fırtına bazen çok şiddetleniyordu. O zaman dışarıda tufan varmış gibi gelen uğultu ve gürültü bizi ürkütüyordu. Çevreyi bilmek şöyle dursun henüz görmediğimiz için bu gürültüyü çıkartan çatı mı, ağaçlar mı, yoksa başka şeyler mi olduğunu tahmin bile edemiyorduk.
Mahmut’un sesi güzeldi. Ona bulduğumuz uygun zamanlarda türkü söyletirdik. O sıralar bir kıza gönlü kaymak üzereydi; onun adını “Zahide’m” türküsüne uyarlardı. Yani Zahide’m yerine kızın adı da iki heceli olduğu için onun adını söylerdi. Şimdi burada isim yazmak olmaz; bu sebeple kızın adını biz de kafiyesine uyduralım ve Cahide diyelim; Mahmut, şöyle söylerdi:
“Cahide’m kurban olam ne olacak halım
Gene bir laf duydum kırıldı belim…”
O gece de istedik; ‘Cahide’nin hatırına’ diye ısrar ettik; söyledi. O da biz de çok hislendik…
Dedim ya yorulmuştuk; ayrıca okulda aynı saatte yatıp kalma alışkanlığımız vardı; çok geçmeden uyumuşuz. Ne kadar zaman geçti, bilmem; Mahmut ile öte yandaki arkadaşın kikirdemeleri üzerine uyandım. Lambanın fitilini çıkartmışlar hem gülüyorlar, hem de bir şeyler yapıyorlardı. Ne olduğunu sordum. Mahmut dönüp bana anlatınca öyle kahkaha attım ki uyanmayanları da uyandırdım. Uyanan “Susun yav, şurada uyuyan var; heç mi düşünce yok sizde…” diye fırça atıyordu. Yatıştırmak için sesli olarak şunları söyledim:
‒ Arkadaşlar, Mahmut’un başına bir iş gelmiş; anlatsın da niye güldüğümüzü anlayın.
Mahmut tekrar anlattı:
‒ Az önce rüyamda, Cahide bir ağaca yaslanmış oturuyordu, ben de onun dizine yatmışım, arkadaşlığımı kabul etmesi için ısrar ediyor adeta yalvarıyorum. O da sessizce bana bakıyor ve ağlıyordu. Yanaklarında biriken gözyaşları süzülüp tam gözüme şıp şıp diye damlıyordu. Bu hem hoşuma gidiyor hem de ağladığı için rahatsızlık duyuyordum. Gözümün çukurunda biriken gözyaşları taşıp boynuma doğru aktıkça da serinliğinden ürperiyordum. Bir, iki derken ürpertiden uyandım. Uyanır uyanmaz da anladım meseleyi; meğer dam akıyormuş, damlaları da tam gözüme düşüyormuş. Ne kadar aktıysa boynuma da epeyce sızmış…
Öyle bir kahkaha yükselmişti ki odamızdan, karikatürlerde olduğu gibi inanın çatımız havaya kalkıp kalkıp inmiştir. Eğer dışarıda fırtına olmasaydı muhakkak Çelebili halkı duyardı... Damın akması devam ediyordu. Döşeği araladık, araya bir kap onun içine de düşen damlalar sıçramasın diye bir bez koyup tekrar uyumak için Mahmut’a takılmaların bitmesini bekledik.