1400’lü yılların ilk çeyreğinden beri tedrisatını sürdüren Ashab-ı Kehf Medresesinde yörenin önce Dulkadırlılara, sonra da Osmanlı Yönetimine geçmesinden itibaren medresede görev yapanlar hakkında da bazı bilgiler verilmiştir. 1525'te Hasan oğlu Mevlana Alaaddin, l527'de Hacı Sadık oğlu Mevlana Şemseddin, 1563'de ise, Abdülaziz oğlu Mevlana Ali Fakih, Muhyiddin oğlu Yakub Halife ve kardeşi Yusuf Eshab-ı Kehf Medresesi'nde müderrislik yapmakta idiler. Bu tarihte buk'a da faaliyette idi. Ancak bu müderrislerin hangisi buk'a da görev yaptığı kaydedilmemiştir.33 1079/1668 yılı öncesinde ise, Hüseyin adlı bir âlim burada müderrislik yapmaktaydı. Ancak görevi bırakarak bulunduğu yeri terk etmesi nedeni ile yerine ulemadan Ali Efendi tayin edilmiştir. Ali Efendinin bilgi ve erdem sahibi bir hoca olduğu (İbnü’l Emin’in Tevcihat’ında (nr. 357, BA, İe. Ev, nr. 226,1083) kendi ifadesine göre, başka bir medreseye tayin edilmeyi beklerken 8 Nisan 1669 tarihli Ruus-u Humayum emri ile Eshab-ı Kehf Müderrisliğine tayin olunmuştur. Ancak daha sonraki müderrislik derecesi musıla-i sahn’a çıkarılarak Maraş Müftülüğünü de birlikte yapmak üzere, Maraş’ta bulunan Taş Medrese ve Şaziye Medreselerinin müderrisliğine tayin olunmuştur. 34 1145-1 166/1732-1753 yılları esnasında medresenin müderrisleri Mehmed Zeki ve Ahmed idi. Bu göreve 19 Rebiulevvel 1238/4 Aralık 1822'de Mehmed Vehbi, 17 R 1258/28 Mayıs 1842'de Seyyid Mehmed ve Seyyid Ali Efendiler tayin edilmişlerdir. Medresenin görevlilerine ve gelirlerine zaman zaman müdahaleler yapıldığı dikkati çekmektedir. 1080/1669'da müderrislik yapan Ali Efendi'ye medresenin eski müderrisi Hüseyin’in müdahalesi ve 1137/1724'de medresenin vakfından olan Parsama köyünün malikane hissesinin gelirini tasarruf eden vakfın mütevellisi Osman'a yapılan müdahale bunlardan ikisidir. (Prof. Dr. Refet Yinanç, Yrd. Doç. Dr. Mesut Elibüyük, Maraş Tahrir Defteri )
Dulkadırlı-oğulları zamanından beri tedrisat yapıp gelen Elbistan medreseleri bazen kendini bütün Anadolu'da ve hatta İstanbul'da bile takdir ettirecek alimler yetiştirebiliyordu. Fakat ilimde daha fazla ilerlemek isteyenler Antep’e giderlerdi. Daha sonra asayiş sağlanıp da Bin-Boğa yolları güvenli hale geldikten sonra Kayseriye'ye gitmeğe başlamışlardır. Elbistan ismi imparatorluğun başşehrinde (İstanbul) pek duyulmadığından, Elbistan Yöresinden İstanbul'a gelen: müderris ve alimler çoğunlukla da kendilerini vilayetlerine izafe ederek, Mar'aşî diye adlandırıldı. 19. yüzyılın Arap ve Fars dili alimlerinden Hayati Efendi ile bunun oğlu olup, astronomi ve lügate dair muhtelif eserlerin yazarı olmasıyla tanınan ve Elbistan'da değerli yazma eserlerden oluşan bir kütüphane kurmuş bulunan Halil Şeref Efendi ve Saçaklı Zade Mehmed Efendi ve Mustafa Kâmil Efendi, Elbistan Yöresinden yetişen alimler arasında anılması dikkat çekicidir.(Yinanç, İ.A.) 1859 yılında Efsus kazası hanedanından ve Ashab-ı Kehf zaviyedarlarından Mustafa Sıdkı Efendi, Bursa veya Edirne ruusu ünvanı payesiyle ödüllendirildi. (BA., 1275 (1859) Re 12 1, 1275 (1859) C 10 1) Ruus, Osmanlı eğitim sisteminde medrese hocaları arasındaki yüksek dereceyi ifade eden bir rütbedir. Bu belgeden Afşin Ashab-ı Kehf Medresesinin en azından 1859 yılına kadar öğretimini sürdürdüğünü çıkartabiliriz. Ayrıca Mustafa Sıdkı Efendi isimli kişinin ilçemizde Ağalar olarak bilinen ve Afşin’in ilk belediye başkanı olan Mehmet Ağanın dedelerinden biri olması muhtemeldir.
Medrese/tekke ya da Molla/Şeyh Karşıtlığı
İslam Medeniyet coğrafyasında toplumda etkin olmaları yönüyle her zaman dikkati çeken iki önemli öğe olarak ulema ve sûlaha denilen bilginlerle sufiler zaman zaman karşı karşıya geldikleri olmuştur. “İlk dönem sufileri daha çok şehirlerde medrese kültürü ile birlikte faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Kırsal kesimde İslâm ve tasavvuf düşüncesini temsil eden zümreler, genelde murabıtlar eliyle olmuştur. İlk fetih hareketleri ile uçlarda, sınır boylarında, serhatlarda ve kıyı şeridinde inşa edilen ve Mağrib topraklarında bir ağ gibi örülen ribatlar, temelde güvenlik amacına matuf olarak tesis edilmişlerdir. Fetih hareketleri için birer garnizon işlevini gören, gönüllü askerî teşekküllerin oluşmasını sağlayan, dış dünyadan gelecek saldırılara karşı Müslüman halkın can güvenliğini gerçekleştiren ribatlar, sadece fetih hamlelerinin yapıldığı kurumlar olmamıştır. Bölge fethinin tamamlanmasından sonra birer kültür merkezi olarak Maliki mezhebinin eğitim sistemini Mağrib sahasında yayan kurumlar konumuna gelmiştir. İlerleyen dönemlerde ise İslâm’ı henüz içlerine sindirememiş, Müslümanlıkları yüzeysel kalmış, okuma-yazma bilmeyen ve mânen çorak durumdaki halk kitlelerini İslâmlaştıran, gönüllerini İslâm’a ısındıran ve manevî hayatın derûnîleşmesini sağlayan birer dergâh şekline bürünmüşlerdir”. (Prof. Dr. Kadir Özköse)
İslam kültür tarihinde medrese odaklı ilim ehli ile zaviye odaklı sufiler arasındaki karşıtlık, eskiden beri süregelen önemli bir sorun teşkil etmiştir. Bu bağlamda 16. yüzyılda İstanbul’da Kadızadeliler ile Sivasîler arasındaki sürtüşmeler tarihe geçmiştir. Tutumu genelleştirmemekle birlikte İslam bilginleri (ulema) tarikat ehline, ilimsiz ve hukuk bilmezlik/tanımazlık içinde olmaları gerekçesiyle dinin yolundan layıkıyla gitmedikleri, halkın dinin emir ve yasaklarını özümseyip riayet etmelerinde kötü örnek oldukları gerekçesiyle, onlara küçümseyen bir dil ve hal ile muamele ettikleri görülmektedir. Tarikat erbabının da, ulemayı aşksız, şevksiz, yaşanmayan yalnızca kitap sayfalarında kalan dini hukuku savundukları ve Tanrı’nın o sonsuz feyzine bigâne kalıp ulaşamadıkları, hukuk bilginlerinin ihtilaflı yargıların içinde çıkamayıp boğuldukları düşüncesiyle içten bir duyguyla onların nasipsizliklerine üzülmüşler ve kendilerinin anlaşılmadığını gündeme getirmişlerdir. Bu mücadelelerde çoğunlukla ulema resmi güce dayandığı ya da onu etkilediği için baskın gelen taraf olmuştur. Bizim Afşin’in tarihinde de bu sürtüşmelerden biri yaşanmıştır.
Biçim-öz ya da varlığın dış ve iç yüzünün tek başına hakikatin kendisi olduğu yargısına ulaşan düşünürler için sonu gelmez tartışmaların ve sürtüşmelerin çıkması kaçınılmaz bir durumdur. Bu tartışmaları yalnızca İslam düşünürleri için sınırlandırmak mümkün değildir. Bu tartışmaların kaynağı Kadim Yunan’a ondan da önce Kadim Hint’e, ondan da önce Yahudiliğin dini metinlerine kadar gider. Bu nedenle İslam dünyasında “bu kadim meseleyi çözmek için fudala-ı fadılîn (erdemlilerin erdemlisi) ve sülahayı salihin (iyilerin iyisi) niceleri uğraştı ama çözemedi”, derler. Varlık görünen/zahir (bilinen) den mi yoksa kendini gizleyen sırdan mı ibarettir sorusuna, bunlardan biridir, diye cevap verildiğinde halledilemeyecek kadim meselenin içine düşmek mukadder olur. Oysaki hakikat (varlık) tek olmakla birlikte bizim varoluşsal tabiatımız yüzünden, yani hem ruh hem de beden öğesinden oluşturulan bir neliğimizin olması yüzünden, hakikat, bize bazen görünmeyen bir öz, bazen de görünen, dışlaşan bir biçim olarak görülmektedir. Bu asıl varlığın (hakikatin) tek olmadığını değil bizim ruhsallığımız ve duyularımızın yapısı gereği çift olduğu izlenimini vermektedir. Dinin bir özü, bir de biçimi olacaktır. Öz olmazsa biçim nasıl oluşacaktır ya da biçim olmazsa öz, nasıl korunabilecektir? Öz olmazsa, yani saf, dünyevi anlamda hesapsız, amaçsız, sırf Allah için yaşamayı gerektiren o pâk iman, inanç olmazsa istediğimiz kadar dinin doğrularını sistematik hale getirelim, hukuk yargıları halinde kodifiye edelim, kof bilgiden öteye geçemeyecektir. Ama biçim, kaide, kural, ölçü, ceza ve ödül olmazsa saf inanç kendiliğinden biçim oluşturamayacağından, zaten biçim oluşturabilse öz olmaktan çıkacaktır. Öz olan saf inanca, bilgi ve ölçü ile bir biçim ve muhafız oluşturulur. Saf inanç dışlaştırılmadığı sürece, insanda kendisini ortaya koymadığı, insanın düşünce, davranış ve tutumlarına yansımadığı sürece biçim kazanamaz. O halde makul düşünce, normal davranış ve ölçülü tutum; Hakikati, ne yalnızca zihin ve duyularla ne de kalp ve duygularla değil ona açılabilen tüm yetilerimizle kavramağa, görmeğe, yaşamağa ve duyumsamaya çalışmalıyız.
Necati Demir.