(1955-1970 yıllarında Afşin'de Sinema
Sinema, herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işidir. Film göstermeye yarayan özel bir makineyle görüntülerin beyaz perdeye yansıtıldığı salon veya yapıya da sinema denir. İlk film cihazına büyülü fener (lanterne magique) denmişti. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Sinema/Bahar ATMACA )
Sinemanın dört temel özelliği ışık, hareket, gerçeklik izlenimi ve birleştirmedir. Sinemanın teknik temeli saydam bir filmden ışık geçirilerek perdeye görüntü düşürülmesine dayandığından, ışığın ve gölgelerin kullanılış biçimi ve şiddetiyle perdede değişik etkiler ve anlamlar yaratılabilir. Sinemayı öteki grafik sanatlardan ayıran en temel özellik ise harekettir. Hareket aracılığıyla zaman içinde bir öykü anlatmak, dönüşümler ve gerilimler yaratmak olanaklıdır. Nesneler ve insanlar görüntüde gerçekteki biçimleriyle belirdiği için, sinema gerçeklik izlenimini en güçlü biçimde veren sanattır. Sesin kullanımı bu gerçeklik izlenimini daha da güçlendirmiştir. Sinemayı öteki görüntü sanatlarından ayıran temel özellik ise değişik zaman ve mekan parçalarını yansıtan görüntülerin bir filmde istenen uzunlukta ve sırayla art arda birleştirilebilmesidir. Bu öğe çok değişik anlamlar yaratma ve öyküleme olanakları sağladığı gibi, filmin mekanın her yerinde ve zaman içinde dolaşmasına da olanak verir.( https://www.turkcebilgi.com/sinema_sanat%C4%B1.30.01.2017).
Göz ve beyin algıları kullanılarak zaten fotoğrafın icadından daha önce de sinemadan faydalanılıyordu. Ve sinemanın icadı 1832 ve 1834 yıllarında denemeler yapıldı ve Thomas Edison'da 1890 yılında saniyede 40 nokta göstererek başarılı bir deneme yaptı. Fakat ilk bildiğimiz sinemayı icat edenler, 1895 yılında Augustus ve Louis Lumière Kardeşler oldu. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Sinema/Bahar ATMACA )
Bizde çekilen ilk Türk filmi", Fuat Uzkınay'ın Ayestefanos anıtının 14 Kasım 1914'te yıkılmasına ilişkin filmidir, "Fuat Uzkınay da "İlk Türk Sinemacısı" olarak nitelenmektedir. Bizde sinemacılık 1922'den 1945'e kadar Özel Yapımevleri Dönemi adı verilen Tiyatral kökenli çalışmalardan oluşan Türk filmlerini yönetmek Muhsin Ertuğrul'a düşmüştür. 1945-1960 yılları arasında artan yapımlar Türk Sineması'nın üretim açısından Altın Çağı olarak nitelendirilebilecek 1960-75 yıllarının temellerini hazırlamıştır. (http://www.sinema.gov.tr/TR,144750/turkiyede-sinema.html.30.01.2017).
Afşin'e ilk sinemayı 1955 yılında 16'lık filmi getirerek Halkevinde oynatan Katipoğlu Mevlüt Yazgan'dır. (Cemal Tıraş, Afşin, d.?) Afşin'e sinemanın Katipler tarafından getirilmesi ünlü film yıldızı Cahide Sonku ile olan yakınlıkları önemli bir rol oynayabilir. Çünkü (1919'da Yemen'de doğan ve 1981'de İstanbul'da ölen Cahide Sonku 1949 yılında Sonku Film Şirketini kurar. Cahide Sonku'nun teyzesi Karabörklerden Binbaşı Yusuf Efendinin eşi Afşin'de Hanım teyze adıyla tanınan bir hanımdır. Bu hanımın kızı Saime, Katip Mehmet Yazgan'ın hanımıdır. (Arzu Palta, 1926 doğ. Hacı Mehmet Yazgan, 1931 doğ.) Cahide Sonku, Katip Mevlüt'ü sinemacılık konusunda yönlendirmesi mümkün gözükmektedir. Bu konudaki kuşkularımı gidermek için görüştüğüm oğlu Zafer Yazgan (1954), "babam Mevlüt Yazgan Afşin'e sinemayı getirip uzun yıllar işleten kişidir. Babam askerliğini İstanbul'da yapmıştır. İstanbul'a giderken Hanım teyzeden, yeğeni ünlü film yıldızı Cahide Sonku'ya selam götürüp onunla tanışmıştır. Hatta babam askerde böbrek ameliyatı olduğunda hastaneye gelerek kendisiyle ilgilenmiştir. Ben doğduğumda Cahide Sonku'nun posta ile bir oyuncak tren gönderdiğini ailemden duymuştum.
Afşin'deki ilk sinemanın film makinesi jeneratörle çalışırdı. Jeneratörün gazı düştüğü zaman sahnede karartma ya da görüntüde karlamalar oluşur, makine görevlisi Mehdi Efendiye Katipoğlu Mevlüt, Mehdi çöp sok! diye bağırırdı. Çünkü bazen cereyan voltajı düşüp makineyi çalıştıramayınca, jeneratörün gaz pedalına el girmediğinden gaz bir çöple yükseltilirdi. (Cemal Tıraş-Cemalettin İşbilir.) "Babam -Mehmet İnan- ile Yemliha İnal 1956'dan 1958'e kadar yazlık ve kışlık sinemayı iki yıl işlettiler. Yazlık sinemada biletli seyirci pek az olurdu. Çünkü şimdiki belediyenin yerindeki çayırlıkta yüksek söğüt ağaçları olduğundan bedava izleyiciler söğütlere çıkarak filmi izlerlerdi. Biz 1958 yılında Ankara'ya taşındık. 1958 yılında Mevlüt Yazgan'la Yemliha İnal kerpiçten bir yazlık sinema salonu inşa ettirerek bu işi yürüttüler. (Sadık İnan Emekli Hakim) Yeni bir film gösterime girdiğinde çarşıda ve çarşıya yakın sokaklarda filmin afişleri sırtta ya da at arabasında 'Kartela' ile tanıtılırdı. Bu kişiler, Arzıların Veysel Karabulut, Paşaların Hacı Yaş, Kel Hasan lakaplı kişi ve Sefer Pişkin'di. (Cemalettin İşbilir (1934)-Hüsamettin Demir (1953). Afşin'de sinema, işletilmeye başladığı 1955 yıllarından sonra ilçede modern kültürün yaygınlaşmasının önemli bir öğesi oldu.
Biz de çocukluğumuzda -1963-1968'li yıllarda çok sinemaya gittik. Her filmi izlediğimiz gibi, bir filmi birkaç kez izlediğimiz de olurdu. Sinemanın sahiplerinden Yemliha İnal'ın sinemaya girmek isteyip de elli kuruşu tamamlayamayan ve kapının önünde insaf edilecek ümidiyle bekleşen çocuklara bilet fiyatı konusunda söylediği kararlı söz bizim çocukluk yıllarında unutamadığımız bir ifadeydi. Çocukluğumuzda sinema bilet ücreti öğrencilere elli kuruştu. Ancak elli kuruşu denkleştirip bilet alabilmek pek az çocuğa nasip olan bir varlıklılık haliydi. Elli kuruşu tamamlayamayan çocukların ellerindeki parayla girme isteklerini, Yemliha amcanın, '49 kuruş on para olsa gene girdirmem, elli kuruş' diye diretmesi, çocukluğumuzdan beri belleğimizden silinmeden kalan anılar arasındadır.
Belediye jeneratörlerinin ürettiği elektriğin gece 23.30'da işaret verip 24'te de söndürülmesiyle havanın kapalı olduğu gecelerde Afşin zifiri karanlığa gömülürdü. Ne kadar acele etsek de sinemada izlediğimiz filmi Gedik Sokağındaki Çeşmenin dibindeki elektrik lambasının aydınlattığı Döndü Bacı'nın evinin köşesinde birbirimize yorumlamakla zaman geçirince ancak elektrikler söndükten sonra evimizin yolunu tutardık. Afşin'in bulutlu gecelerinde zifiri karanlıkta el ve ayak yordamıyla patikamsı ark yolunda yolumuzu düşe kalka, korka, tırsa ya da korkumuzu bastırmak için türkü çağırarak bahçe evimize gidişlerimiz de unutulacak anılar değildir.
Ülkemizde sinema ellili yıllardan sonra Anadolu'ya yayılabildi. O dönemin genç kuşağı model olarak Talat Artemel, Mahir Özerdem, Orhan Günşiray, Eşref Kolçak ile özdeşleşmek isteyip artist olmak hayali kuranlar olurdu. Kadın artistlerden ise hemşerimiz Binbaşı Yusuf (Karabörk) Efendinin eşi Hanım Teyzenin yeğeni Cahide Sonku ile Neriman Köksal baş kadın rolünü oynardı. O yıllarda birçok Afşinli gencin vesikalık fotoğraflarını artist olmak için yarışmalara gönderdikleri söylenirdi.
Sinema kültürüne uyum sağlamak da diğer ilginçliklerden biridir. Pek çok kişi kendini filmdeki senaryoya kaptırıp gülünç duruma düşerlerdi. Perdede silah doğrulduğunda kaçıp giden izleyicileri mi, belinde silah varsa perdeye ateş edenleri mi, filmin trajik etkisine kapılıp hünhür hüngür ağlayanları mı, ararsın. Yalnızca seyircilere mahsus değildi bu tuhaf tutumlar, sinema işleticilerinin de modernliği özümseyememe, yerlilikten kurtulamama çelişkisini yaşadıkları görülürdü. Sivas'ta ilk sinema günlerini yorumlayan bir yazar sinema tefrişatçısının locada oturan izleyicileri "Ulan sayın seyirciler, çitlettiğiniz çekirdeklerin kabuğunu aşağıya atmayın, aşadaki beyefendilerin tengiştek şapkalarına dökülüyor", diye anonsla uyarması çarpıcıdır.
İnsanımızın o yıllarda teknolojik gelişmeler karşısında ne denli toy, ne ölçüde eğitimsiz olduğu ortadadır. Bu bağlamda Karakter oyuncusu Ahmet Tarık Tekçe, Ege kasabalarından birine gelir. Sinema kuşu olan bir çocuk hemen eve koşup "ana ekmek bıçağı nerde, der. Bıçağı nedeceksin oğlum, der. Ana, Ahmet Tarık Tekçe kasabamıza geldi, onu vuracağım, der. Anası da o da kim oğlum, der. Çocuk da "ana sen onun ne suçlar işlediğini, ne zulümler yaptığını bir bilsen, filan filimde bir köylünün harmanını yaktı, filan filimde bir adamın kızını kaçırdı, filan filimde fakir bir kadının askerden gelen oğlunu pusuya düşürüp öldürdü, der. Senaryo ile senaryodaki rol alan kişiyi birbirinden ayırt edememe, kavram ile nesneyi birbirinden ayırt edememek ile aynıdır. Toplumumuzun son otuz yıl içinde nelere ulaştığını görmek gerekiyor. Alfabeyi öğrenmeyen bebelerin ileri teknolojiye nasıl uyum sağladığı, nasıl hünerler gösterebildiği, nineleri ve dedeleriyle aralarındaki teknik görgü düzeyinin nasıl açıldığını düşünmek gerekmektedir.