İmam Gökdoğan 19.04.2020 facebook paylaşımından.
Facebook paylaşımına yukarıdaki resmi koyarak “60-70 yıl her şeyi, her kesi taşırsın da sonra kendini taşıyamazsın. Allah, malın da evladın da hayırlısını versin. Sonumuz Hayırlı Olur İnşallah, demiş bir hemşerimiz. Afşin ve Yöresi Tarihi adlı çalışmamın alan araştırması döneminde Afşin’de kendileriyle görüştüğüm yaşlılarımızdan geçmişe ilişkin bilgi almalarım sırasında onların yaşlılıkla ilgili düşüncelerini merak edip yaşantılarını da sorgulamıştım. O zaman yaşlılarımızdan aldığım verileri yorumlamıştım. Bunu hemşerilerimle paylaşmak isteyişimde bu hemşerimizin salıverdiği resim ve ifadeler vesile oldu.
- ve Yöresinin Yakın Geçmişinin 19210-1960 dönemini içeren kısmı için altı yıla yayılan bir alan araştırması içinde ilçemizin daha çok 75 ve daha ileri yaşlardaki büyükleriyle görüşmüştüm. Söz konusu büyüklerimiz, yaşlılığın yol açtığı çeşitli sağlık sorunlarını doğal olarak yaşasalar da zihnen, sağlıklı kalmış olanlarıdır. Görüşme imkânı bulduğumuz yaşlı büyüklerimizde, çarşıya sık gitmeme ve topluma pek karışmama gibi ortak bir tutumu benimsediklerini gördüm. Nedenini sorduğumda aldığımız cevap; farklı ifadeler olsa da toplumsal değerlerin çatışmasına işaret eden “kuşak çatışması” denilen ortak bir kanıyı yansıtıyordu. Geçmiş, hal ve gelecek kavramlarının içeriklerinin iyi kavranmayışı ve bunlar arasında ahenkli bir birliğin kurulamayışı nedeniyle her insan ve her toplumsal grubun kendi içinde yaşadıkları toplumsal şartların labirentinden çıkıp topluma kuşbakışı bakamadıklarında, aynı trende yolculuk yapıp farklı vagonlarda yolculuk yaptıkları için birbirinden habersiz olan yolcuların diğer vagonlara zarar vermeye çalışmaları gibi yaşlı ve gençler birbirlerini hırpalıyorlar.
Kuşaklar ve bireyler arası anlayış, kavrayış, tutum, yani kültür çatışmaları insanın sosyo-psikolojik gelişim ve değişimi açısından kaçınılamaz bir durumdur. Ancak bu çatışma; zamanı üç boyutlu değerlendirebilen görgülü, kültürlü ve zihni aydınlanmış gönlü incelmiş kişiler arasında daha bir düzeyli ve uygar ölçüler içinde, diğer kişiler arasında ise daha acımasız, kırıcı ve yıkıcı bir biçimde yaşanmaktadır.
Yaşlılarımızın kendilerini makul gerekçeler ya da yaşlılık psikolojisi hassasiyetiyle toplumsal yaşamdan soyutlamak istediklerini sezinledim. Afşin’de eskiden yaşanan sevgi, saygı ve insana ilginin kalmadığını, ileri yaştakilerin yüksünüldüğü, dedikodunun alıp başını gittiğini, günahkâr olmaktansa evde, bağda, bahçede güçlerinin yettiği işlerle meşgul olmayı yeğlediklerini, kendi çocukları tarafından bile söz ve nasihatlerinin dinlenilmez olduğunu, dinden, ahlâktan, insaftan, edepten söz ettiklerinde, bunların karın doyurmadığını, filanın sıfır araba aldığına, falanın oğluna-kızına saray gibi ev ve gösterişli düğünler yaptırdığını ileri sürerek kendilerine iyi bir gelecek hazırlamadıkları noktasında eleştirildiklerini öğrendim. Açıkçası yaşlılarımızın, artık evde, çarşıda, pazarda, sokakta eski hükümlerinin ve itibarlarının kalmadığını fark ederek daha fazla üzülmek istemedikleri için topluma, topluluğa pek karışmak istemedikleri kanısını edindim. Son yıllarda hükumetin sosyal devlet olma yolunda yaptığı refaha dönük iyileştirmeler çerçevesinde yaşlılara, müzmin (şimdilerde kronik denilen) hastalara, engellilere, maaş bağlamasıyla yaşlıların gözden düşen itibar ve ilginin kısmen de olsa arttığı gözlenmektedir.
Kayseri’de Erkilet Yolu üzerindeki Polis Koleji ve Okulunda öğretmenlik yaptığım (1988-1994) yıllarında merkezden okula giderken Huzur Evinin önünden geçerdik. Bir arkadaşın söylediği bir söz hala kulaklarımda çınlar. “Şuradan geçerken birden bire hüzün çöküyor üzerime, adı “Huzur Evi’ ama hangi huzursuzlukların yüzünden buralarda yaşamaya mecbur edilmiş nice kimsesiz ve yaşlı kişilerin yaşadıkları dramı düşünürüm”, demişti.
İstanbul ‘Darü’l Aceze’ Kurumu’nun kuruluşuna sebep tarihimizde 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı ve yenilgisidir. Rusların hem Balkan hem de Kafkas Müslümanlarını tazyik ve katliamlarla kitleler halinde göçe zorlamasıyla 400 bin İstanbul’a, bilmem kaç yüz bin de doğudan Anadolu içlerine muhacir gelmiştir. İstanbul’a gelen sahipsiz göçmen çocukları ancak 31 Ocak 1896 yılında kurulan Darül Aceze’de, sonra da 1914’te kurulan Darul Eytam Kurumunda barındırılmıştır. Osmanlı’da kimsesizlik ve yoksulluk nedeniyle bu kurumların, bir zaruretten açılmasının belki bir anlamı vardır. Ama günümüzdeki Huzur Evleri’nin açılmasının yoksulluk ve kimsesizlikle ilgisi olmayıp toplumumuzda aile bağlarının çözülmesiyle olması sanayileşme ve modernleşmeyle birlikte toplum yapımızın içten içe çürüdüğünü göstermektedir. Çok değil, 40-50 yıl öncesine kadar küçücük, daracık evlerde geniş aile olarak yaşarken, 4+1, 5+1, dupleks, tripleks dairelerde karı-koca ve bir iki çocukla yaşıyoruz ve birbirimizin yüzünü görmeye katlanamıyoruz. Toplumun hiç olmazsa ortak sorunlarını kendine dert etmeyen kişilerin bu ulusa yapabilecekleri bir katkının olup olmayacağı tartışılır. Akademisyenlerimiz, aydınlarımız ve düşünce adamlarımıza büyük sorumluluk düşüyor.
Bu durum genelleştirilmese de, yaşlılarımızın artık içinde yaşadıkları toplumsal hayattan memnun olmadıkları izlenimini edinebiliriz. Bu yaklaşımın elbette bir de gençler tarafından nasıl görüldüğüne bakmak gerekmektedir. Bizim yaşlılarımız, ataerkil aile geleneğinin doğal sonucu ve görüntüsü olan ‘baba merkezli aile’ yapısı içinde baba, olarak layüsel olduklarına inandırılmıştır. Her şey, babaya göre ayarlanır, babanın durumuna göre tutum belirlenir, yakacak, yiyecek ve giyecekler babanın ihtiyacı karşılandıktan sonra diğer aile üyelerine yönlendirilir. Baba gelmeden sofra serilmediği, baba evdeyse, gürültü-patırtı istenilmediği dönemde çocuk olan kuşaklar “çocuk merkezli aile yapısı içinde, de baba oldukları için talihsiz bir kuşak olup kuşaklar arasında yaşanan toplumsal değer aşınmasını daha şiddetli bir biçimde yaşamak durumunda kalırlar. Çünkü günümüzde, aile düzeni ‘çocuk’ merkezli kurulmaktadır. Evin geliri, çocuğun sağlıklı büyümesi, iyi yetişmesi, iyi bir öğrenim yapması ve mutlu bir yuva kurması temeli üzerine kurulmuştur. Baba, anne bu hedefe odaklanmıştır. Baba ve anne bu hedef uğrunda araçsallaştırılmıştır. Bu duruma biraz da kendi tercihleriyle düşmüşlerdir. Kendileri, ‘babaların baba olduğu’ dönemde çocuk oldukları ve çocukluklarını yaşayamadıklarından, eski terbiye sisteminin sıkı disiplin anlayışına bir tepki olması için çocuklarına olabildiğince özgürlük imkân ve ortamı hazırlama odaklı bir eğitim anlayışını önemsiyorlar. Üzülerek söyleyelim ki, insan genelde duygu ve tutum itibariyle uçlarda bulunup orta yolu, itidali pek seçemiyor.
Babaların “baba” olduğu dönemde çocuk olanlar çocuklarına babaları gibi mütehakkim-baskıcı değil daha hoşgörülü ve esnek hatta biraz da aşırı özürlükçü bir yönetim tarzını benimsiyorlar. Bu iki terbiye sisteminden hangisinin daha kabul görür bir sonuç oluşturacağı, sonraki kuşaklarca anlaşılacaktır. Ancak kanımca en az eleştirilecek olan eğitim sisteminin uçlarda olmayan, ılımlı, ölçülü ve dengeleri gözeteni olacaktır. Bizim son dönemlerdeki eski terbiye sistemimiz gibi günümüzün terbiye sisteminin de bir uç tutumu yansıttığını, orta yol olmadığını söylemek için müneccim olmaya da gerek yoktur. Hakikâtin birbirinin karşıtı olan uçlarda değil bunların ortak paydaları olan orta yolda aranması gerektiği gözlerden ırak tutulmamalıdır. Çünkü itidalin karşıtı yoktur, tüm karşıtlar onda içerilmiştir.
Yaşlılık Psikolojisi Üzerine
Burada ihtiyarlık (yaşlılık) psikolojisinin irdelenmesi gerektiği kanısındayız. Tarih bilinci bize üç zaman diliminin ahenkli bir birliğini oluşturmada ışık tutmalıdır. Yaşlılarımızı “ihtiyarladıklarını, eski güç ve iktidarlarının kalmadığı” gerekçesiyle tümüyle toplum hayatından uzaklaştırmak uygun olmadığı gibi, “daha akılları ermez” diye de çocukları hesap dışı tutmamak gerekir. İnsan, yalnızca elinin erdiği, gücünün yettiği dönemde yaşamayıp, çocukluk ve yetişkinlik dönemini de, günümüzdeki yaşlılar gibi eli ermez, gücü yetmez olduğu dönemlerde de yaşamaktadır. Ve eğer ömür verilirse, ihtiyar olmak kaçınılmaz bir durumdur.
Günümüzde klasik insan tanımlama ve belirlemelerin yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Örneğin, yaşlıların, “ah gençlerdeki enerji bizde olsaydı”, gençlerin de “ah yaşlılardaki deneyim ve birikim bizde olsaydı”, diye hayıflandıkları söylenir. Yalnız, ya da yaşlıların daha deneyimli, olgun ve temkinli, gençlerin daha zinde, hızlı ve ilerlemeci olduklarını ileri süren klasik eğitim anlayışlarını sarsan örnekler günümüzde o kadar çok ki, kimin kaç yaşında olduğu pek fark etmiyor. Koca bir ömrünü, ‘taşı çeviren gücün yüksekten düşen su kütlesiyle oluştuğunu kavrayamayan, saçını değirmende ağartan değirmenci gibi geçiren yaşlılar olduğu gibi, genç yaşında deyim yerindeyse “feleğin çemberinden geçen” pek çok görgü, bilgi ve deneyimi yaşayıp birikim elde eden gençler de vardır. Bu nedenle ‘akıl yaşta değil, baştadır’, atasözü bu bağlamda daha bir anlam kazanmaktadır.
Kuşak çatışmalarının en şiddetli yaşandığı batı toplumlarında yetişen Franz Kafka (1883-1924) gençlere şu uyarıyı yapar: ‘Gençler! Otuz yıl sonra sizin de göstereceğiniz aynı tutumlar için ebeveynlerinizle tartışmayınız’. Aile üyelerine, ilerleyen zamanın oluşturduğu roller farklı düşünce ve tutumları da beraberinde getirir. Çocuklar ve gençler yirmi beş-otuz yıl sonra anne ve babalarına, kırk-elli yıl sonra da hem simaen hem de tutumsal olarak büyük ebeveynlerine dönüşürler. Çünkü artık roller değişmiştir. Ebeveynlerinden özgürlük isteyen zamanın gençleri, zamanla 40-50 yaşlarında, delikanlı çocukları olan bir baba ya da anne olmuştur. Devamlı akıp giden zaman tüneli, insanı, yeniden çocukluk dönemindeki gibi aciz ve çaresiz haline geri döndürmektedir. Yaşlılık dönemlerinde, çocuklarından ve torunlarından saygı ve ilgi görmek isteyenler, ebeveynlerine ilgi ve saygı, çocukları ve torunlarına da sevgi ve şefkât göstermelidirler. ‘Yapmadığımız şeyleri buyurma’nın pek anlamlı olmayacağını bilmemiz gerekmektedir. Buyurmak ve ummak için, geçmişte bir yatırımımızın olması gerekir. Gelecekteki mutluluğun, geçmişteki iyi anıların sonucu olduğu gibi, gelecekteki başarının da geçmişteki emek ve göz nuruyla olacağı bilinmelidir. “Bağa gitmeye gözün olsun, üzüm yemeye yüzün olsun”.
- ya da ihtiyar ne demektir? Bir açıdan, yani fiziksel ve biyolojik yönüyle eski güç ve iktidarını kaybetmiş, aileye katkısı olmayan, sağlık sorunlarıyla etrafını meşgul ve rahatsız eden, ailenin sırtında adeta bir kambur hükmündeki bir tüketici. Ama pek çok insanın yaşlılar hakkındaki bilinçaltındaki bu belirlemeler ihtiyar (yaşlı) ı tam olarak vermez. İhtiyar, sözcük anlamıyla seçme, seçilme, seçkinleşme anlamına geliyor. Ulaştığı yaşa gelemeyenlerin içinde seçkinleşerek, kalburun üstünde kalan anlamına da gelir. İhtiyarları yaşlı oldukları için küçümseyen gençlerin, anne-baba ve ebeveynlerine bir de bu açıdan bakmaları gerekir. Ben, babamın, annemin, dedemin, ninemin yaşına ulaşabilecek miyim acaba diye düşünmelidirler. Her yaşlının; eli uzanmaz, gücü yetmez diye nitelendirilmesi de doğru değildir. Nice ihtiyarlar vardır ki, yaşı genç olup da ailenin, toplumun sırtında yük olarak yaşayanlarla kıyas kabul etmez, bunlara ihtiyar demeye dil varmaz. İhtiyar, aslında malûl (illetli, hastalıklı, engelli) ve kökü, kade oturmak, yerinden kalkamamaktan gelen tekaüt, yani ve emekli anlamıyla da birebir örtüşmez. Malûl ve tekaüt, bir anlamıyla hedefi bitmiş, emeli tükenmiş insandır. Hedefi olmayan, emeli bulunmayan pek çok genç olduğu gibi hedef ve emelinden vazgeçmeyen yine pek çok yaşlı da vardır.
Bir belde halkı, hatta tüm toplum, yaşlılarına gereken ilgi ve saygı göstermeyi tolere edemiyor, müsamaha gösteremiyorsa, gelecek kuşakların bunu kendilerinden esirgemesinin vereceği ıstıraba katlanmaya hazırlıklı olmalıdırlar. Nasıl ki, fizik tabiatın yasaları ihlal edildiğinde bir bedel ödenmek durumunda kalınıyorsa, toplumsal yapının kurallarının ihlali ve ihmali de –hemen olmasa da daha sonra- bizlere bir bedel ödettirecektir. Azeri Şair Bahtiyar Vahapzade bir şiirinde; Geçmişine gülle atanın, geleceğini topa tutarlar, diyor. Yaşlıların deneyimlerinden yararlanmayan gençler, karşılaştıkları sorunları çözmede savunmasız kalıyorlar. Deneyimli, gün görmüş, umur işlemiş, hafızası güçlü, hedefleri ve emeli olan yaşlılarımıza, işlevsellik kazandırmak gerekir. Hiç olmazsa belleklerindeki yöre tarihine katkı yapacak bilgileri, yazılı literatüre aktarmak durumundayız.
İleri yaşlardaki hemşerilerle konuşmamız esnasında bazılarının, hasta olmalarına karşın sorduğumuz sorular karşısında heyecanlanıp canlandıklarını ve mutlu oldularını gördük. Onların, halâ bir işe yaramanın, bir işlev görmenin hazzını ve mutluluğunu yaşadıklarını hissettik. Bizim geniş aile geleneğimizde dedeyle torun aynı evi paylaşır, dede bilgin ve bilge bir büyüğü, torun da güç ve el çabukluğunu temsil ederdi. Bu nedenle dededen hikmet, torundan hizmet umulurdu.
Yaşlılık psikolojisini de dikkate almak durumundayız. Daha düne kadar evin direği, geçimin kaynağı, ailenin koruyucusu konumundan birdenbire ya da zamanla arız olan geçici bir hastalık nedeniyle organlarından ya da yetilerinden birini kaybettiği için evin dipbucak köşesine itilen, sözü, isteği dikkate alınmayan, ailenin sırtında yük olduğu duygusuna düşürülen yaşlılarımıza ve büyüklerimize karşı insanca bir yaklaşım gösterelim. Bir gün, çok değil on, onbeş, en fazla yirmi yıl sonra –o da eğer yaşayabilirsek tabii- onlar gibi olacağımızı, şu anda herşeyleriyle bize bağımlı olarak yaşayan çocuklarımızın eline bakacak duruma geleceğimizi düşünmek durumundayız.
Zamanın biteviye akması, akarken de canlıları, cansızlığa doğru her gün biraz daha yaklaştırması, zaman algımızı kötümser (bedbin) hale getirir. Doğmak, ölüme yaklaşmaktır. Bu, canlıların genel yazgısıdır. Yüzyılımızda daha çok tanrıtanımaz varoluşçularda gördüğümüz hayatın küçümsenmesi ve anlamsızlaştırılması sorunu karşısında insana metafizik bir dayanak bulma zorunluluğu vardır. Kalbimiz, derin bir metafizik duygunun belirlediği edimlerle doğaya, insana ve yaratıcıya karşı duyarlı bir gönül odağı haline getirilmelidir. Zaman algımızı ümitvar ve iyimser hale getirmenin, ölümsüzlüğü tadarak ölüme –bedensel- meydan okumanın bir yolu olarak içimize yönelen yeni derin metafizik açılımlar gerekmektedir. John Duskin’e göre, her insan şu üç soruyu sorup bunlara cevaplar bulmağa çaba göstermelidir. Nereden geldim? Evvelim, Ben neyim (kimim)? Kendim, Nereye gidiyorum? Akıbetim ne olacak? Sokrates, epistemolojisinde “Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözüyle şüpheci ve ihtiyatlı bir tutum izlerken, ontolojisinde ‘Kendini bil!. derken inançlı ve kararlı bir tutum sergilemektedir. İnsanlar ve toplumlar zamanı üçboyutuyla yaşamak ve sürekli şu soruları kendilerine sormak durumundadırlar: Ne idim? Ne oldum? Ne olacağım? (Titus, Living Issues in Philosophy, 1959, 141)
Zamanı biz üç boyutlu olarak algıladığımız için toplumsal bilincimizi geçmişimizden, onu da geleceğimizden koparamayız. Özelde insan, genelde de toplumlar üç zaman dilimi olan geçmiş, hal ve gelecek zamanın anlayış ve kavrayışını çatıştırmadan, aralarında ahenkli bir birlik oluşturmak durumundadır. Gelecek, geçmişi bilmeden, hele onu unutarak hiç kurulamaz. Karşıtlık ve zıtlıklar arasında bir uyum ve ahenk oluşturmadan denge ve sabitlik kurulamaz. Bu bağlamda geçmişte takılıp kalmak ne kadar zararlı ise, geçmişi unutmak da en az onun kadar zararlıdır. Nasıl ki, geçmişin izleri, halin ve geleceğin belirsiz telâşesi içinde unutulup giderse, geçmişsiz bir gelecek, geleceği olmayan bir hâl de, köksüz bir ağaç gibi tek kuşak sonrası yok olup gider. Abdurrahim Karakoç bu bağlamda:
Hayat böyle bu gemide/Eskiler yiter yenide
Beni değil kendini de/Unutursun Mihribanım, der. Geçmişle anın ve geleceğin ilişkisinde bir ahenge varılamazsa bu üç zaman dilimi birbirinin karşıtı, bu zaman dilimlerinin her birini tek başına önemseyen görüş sahipleri de birbirinin hasmı olurlar. Bir ulusun bireylerinin birbirinin hasmı olması istenilecek bir durum olmasa gerek. İnsanın bu günü anlamak için dünü bilmeye, geçmişteki işleri kavramak için de insanlığın ve evrenin oluşum ya da yaratılışına kadar geriye iz sürmesi gerekmektedir. Dolayısıyla insan mevcut durumunu anlamak ve geleceğini öngörebilmek için doğanın işleyişi ve beşerin insanileşmesinin kökenlerine kadar gitmek durumundadır.