“İnsanı öldüren açlık değil, alışmış olduğu tokluktur” der İbni Haldun. Sahip olduğumuz şeyleri kaybetmek sürekli bizi endişelendirir. Bu endişelerin başında da fakirlik ve aç kalma korkusu gelir. Şeytan da insanı bu duygu ile korkutur, birçok günahı bu duygunun arkasına gizlenerek işletir. “Evlatlarınızı açlık korkusu ile öldürmeyiniz” (İsrâ: 31) ayet-i kerimesinde de bu noktaya dikkat çekilmiştir.
Açlık her zaman en etkili silahlardan birisi olmuştur. Tarihin her devrinde silahla yola getirilemeyen milletler, açlıkla hizaya sokulabilmişlerdir. Hz. Peygamber (sas) ve davasına engel olamayan Mekkeli müşrikler de ilk Müslümanlara ekonomik ambargo uygulamışlardı. Onları açlığa ve yokluğa hapsederek inançlarından vazgeçirmeyi amaçlamışlardı.
Günümüz dünyasında da açlık en etkili silahlardan biri olarak kullanılmaktadır. Pandemi ile başlayan ve günümüze kadar devam eden süreçte insanımız açlık korkusunu daha derinden hisseder olmuştu.
Peki bu endişemizde haklı mıyız? Neden açlık korkusunu bu kadar hisseder olduk?
Bunun birden çok sebebi olmakla birlikte biz iki noktaya vurgu yapacağız. Pandemi ile başlayan ve aylarca süren sokağa çıkma yasağı, bunun sebeplerinden birisi olarak gösterilebilir. Uzun süre eve hapsedilen insanlar, gıdanın önemini daha iyi anladılar. İstediğine istediği zaman ulaşmayan insan, hiçbir zaman ulaşamama korkusu taşımaya başladı. İnsandaki bu zafiyeti keşfeden sermaye babaları, bu korkuyu kullanarak insanları daha fazla tüketime teşvik etmeye başladılar. İletişimin çok hızlı ve kolay olduğu bu zamanda her türlü haberleşme kanallarını kullanılarak toplumda kriz çıkarmaya başladılar. Bazı asılsız haberlerle insanları istediği şekilde hareket ettirebildiler. Bu şekilde aç kalma korkusuyla, insanlar temel gıda maddelerine hücum ettikçe onlarda fiyatları sürekli olarak yukarı doğru çekerek servetlerine servet kattılar. Son dönemde sık sık karşılaştığımız yağ şeker hadisesinde bunu görebilmek mümkündür.
Bu krizin belki de en önemli sebebi inanç noktasında geldiğimiz zafiyettir. Allah (cc) dünyevi ve uhrevi konuların hiçbirinde garanti vermezken tek rızık konusunda garanti vermiştir. Sadece insan değil, ne kadar hareket edebilen canlı varsa hepsinin rızkına kefil olmuş ve hiçbir canlının da rızkını yemeden bu dünyadan ayrılmayacağını haber vermiştir. İnsanın rızkı daha dünyaya gelmeden, anne rahminde dört aylık iken takdir edilip yazıldığı bizzat Hz. Peygamber (sas) tarafından bildirilmiştir. Bu garanti sadece rızık konusunda verilirken onun dışında başka hiçbir şey için verilmemiştir. “İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur” (Necm: 39) ayet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi insan çalışacak, Allah da ona nasip edecek.
Çalışırsan dünya ve ahirette mutlu olabilirsin. Bedenin, salığın, mevki-makamın, ahirette cennettin garantisi yoktur. Dünyada Allah’ın istediği şekilde çalışır, o yolda gayret gösterirsen bunlara ulaşabilirsin. İşin ilginç tarafı ise insan, hiçbir garantisi olmayan hususlarda vurdum duymaz iken her şeyi ile Allah’ın garantisinde olan rızkı hususunda ise son derece endişelidir. Bizler de bu şekilde yaşıyor ve çocuklarımızı da bu şekilde yetiştiriyoruz. Tamamen dünyevi rızkını elde edecek şekilde hazırlıyoruz ama ahiretine yönelik hiçbir telkinimiz olmuyor. Okusun, okulunu bitirsin, iyi bir üniversiteye yerleşsin, oradan mezun olup iyi bir iş sahibi olsun, maaşını alsın, dünyasını rahat yaşasın. Bütün çaba ve gayretlerimiz bu yönde. Üç günlük dünyası için, hem de rızkının kendisinden önce yazıldığı dünyası için- bu kadar endişe taşırken, ebedi hayatı olacak ahireti için ise hiçbir hazırlık yapmamaktayız. Yoksa farkında olmadan şeytanın korkutmasına mı aldandık? Aldanıyoruz? “Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği emreder. Allah ise lütfundan bir mağfiret ve bir bolluk va'd ediyor.” (Bakara: 268) ayet-i kerimesinde de buyrulduğu gibi Allah’ı unutarak şeytanı hatırdan çıkarmayanlardan mı olduk?