Arkasına baktı, sis iyiden iyiye dağın üzerini kaplıyordu. Aşağı baktı, ilkbaharın coşkusuyla gürül gürül akan nehrin sesi buradan bile duyuluyordu. Hatta rüzgârda sallandıkça gıcırdayan asma köprünün sesini üzerinde olmasına rağmen duyamıyordu. Sisten artık karşı yamaç da görünmüyordu. Arkasına ya da önüne baksa da ne kadar ileri görebilirdi ki zaten. Hoş buraya niçin geldiğini de bilmiyordu. Yürüyordu ve yollar, geçitler, köprüler kendiliğinden sıralanıyordu.
İnce ince yağan yağmur hızlanmıştı. Güneşten geriye yalnızca bir kızıllık kalmıştı. Artık şimşek çakıyor, gök gürlüyordu. Her şimşekte yer sanki daha güçlü sarsılıyor bir bardak gibi çalkalanan aşağıdaki nehrin suyu yüzüne çarpıyordu. Bu köprü onu çok korkutuyordu. Bir an ayağı kaydı nemli tahtanın üzerinde. Çakan bir şimşeğin ışında avucunun içinden kayıp giden kolyesinin mavi taşını son anda yakalayabildi. Mavi taşın çevresindeki gümüş hayli kararmıştı. Ne zamandır boynundaydı? Onu da cebine koydu.
Hızla düşen yağmur damlaları neredeyse canını acıtıyordu. Artık karşıya geçmeliydi. Tam adımın atacaktı ki gök gürültüsü ile birlikte köprünün halatları da koptu. Son anda bir tahtaya tutunacaktı ki nemli tahta elinde kaldı. Düşüyordu ve düştüğünü görüyordu. Suyun sesi hızla yaklaşıyor, köprünün tahtaları etrafından geçip suya düşüyor ve içine düştüğü uçurumun her ayrıntısı zihnine kazanıyordu. Ne taşlara ne de toprağın içinden parmaklarını uzatmış gibi duran ağaç köklerini uzanamıyordu. Çok uzaktı. Düşüyordu ve düştüğünü görüyordu.
Suyun içine ağrı bir taş gibi çakılırcasına düştü. Aslında daha suya varmadan kocaman bir kayanın üzerinden aşmış olan dalga onu yutmuştu. İlkbaharda nehirler ne kadar da hırçın oluyordu. Yuvarlanırcasına, bata çıka akıyordu nehirle birlikte. Sanki nehrin bir parçasıydı da onunla birlikte savruluyor, çarpıyor, dönüyor, kayaları aşıyordu. Güneş çoktan batmıştı. Artık nehri takip edemiyordu. Karşı koymak istese de karşı koyamıyordu. Köprünün üzerinde yaşadığı kaygıdan mı, karşıya geçememenin pişmanlığından mı, düşüşün dehşetinden mi vücuduna söz geçiremiyordu. Kendini akıntıya bıraktı.
Uyandığında güneşin suyun üzerindeki yansımaları gözünü aldı. Gözlerini kırpıştırdı. Yüzüne sıcak bir gülümseme yayıldı. Güneş bir kez daha doğmuştu. Nehir, dün gece içine düştüğü aynı nehir olamayacak kadar sakin akıyordu. Suyun yüzünde salınıyordu. İleride, denizin üzerinden geçmekte olan gemiler görünüyordu. Ama tekrar denize atılmaya hazır değildi. Dallarını nehrin üzerine uzatmış salkım söğütler onu kıyıya çağırıyordu. Bu davete karşılık verip yavaşça kıyıya yanaştı. Ayağını basar basmaz toprağın sıcaklığı vücuduna yayıldı. Ağaçların arasında dolaştı. Kıyısına oturup nehri, içinde oynaşan balıkları ve ileride görünen denizi seyretti. Ne kadar sürüklendiğini bilmiyordu ama güneş artık öğleyi geçiyordu. Suda salınmaktan hayli yorulmuştu. Bir ağacın gölgesinde uykuya daldı.
Ben de bu sırada ona yaklaşmaya başladım. Şimdi tam zamanıydı. Kendi yıldızımdan kalktım. Diğer galaksileri, yıldızları, Ay'ı geçtim. Nihayet yeryüzüne ulaştım. Güneş batmış, hava serinlemişti. Yukarıya baktığımda göz kırpan yıldızların arasında kendi yıldızımı görebiliyordum. Biraz daha yanına yaklaştım. Yalnızca o değil ben de uzun süredir bu günü bekliyordum.
Ayak seslerimden olacak gözlerini açtı. Bana şöyle bir baktı. Sonra, tekrar, daha dikkatli baktı. Gözleri sanki gözlerime değil de içimin ta derinliklerine bakıyordu.
- Sen, bana çok benziyorsun, dedi.
- Beni aramıyor muydun?
- Neredeydin?
- Seni izliyordum.
- Yıldızların hep içimde parladığını düşünürdüm.
- Artık içindeler.
Gözlerini açtı, bir şey arar gibi etrafına baktı. Yalnızca uykuya dalmış olan tabiatın hışırtısı duyuluyordu. Yıldızlar sanki dünyaya biraz daha yaklaşmış gibiydiler, olanca güçleriyle parlıyorlardı.
- Hayır, dedi, rüya olamaz.
- Evet, dedim içerden, olamaz.