ORMAN

            Önce sesler belirdi sonra başındaki ağrı sırtının altında uzanan yeryüzünü hissetti, ellerini ve ayaklarını. Gözlerini fark etti, açtı, ışığı fark etti.

            Eğimli bir yamaçtan aşığı inen bir yolun kenarındaydı. Neden burada olduğunu, nereden geldiğini hiç sorgulamadı. Kendini de sorgulamadı. Mesela biraz önce hissettiği eller, ayaklar, yeryüzü veya ışık kendisine mi ait diye sormadı. Ağır hareketlerle kalktı. Arkasını dönünce yamacın aşağısına doğru kıvrılıp kaybolan yolun ardında uzaklardaki şehri gördü. Biraz daha arakasına dönünce ormanı gördü. Nereye gideceğim diye de sormadı, ormana doğru yürüdü.

            Yol kendiliğinden belirdi. Hani suyun akıp yolunu bulması gibi. Ağaçlar hışırdadı, dallar çıtırdadı, suyun sesi uzaklardan bir yerlerden geldi, bulutlar sessizce geçti, hiç görünmeyen canlılar hareket etti, o da onlarla birlikte. Orman için hiç bilinmeyen hışırtı ve çıtırtıları çıkaran, diğer canlılar için görünmeden hareket eden, bulutlar için sessizce yürüyen, sular için sesi uzaktan gelen bir insandı.

            Biraz yürüyünce bir açıklığa vardı. İçinden gelen bir dürtüyle sanki görünmez bir sınır varmış gibi durdu. Gözler vardı nereden baktığı bilinmeyen. Sorsanız bakışların vücudunun neresine değdiğini şaşmaz bir gerçeklikle söylerdi, gözleri göremedi. Bakmayı ve tartmayı iyi bilen bakışların çizdiği alanın içine adımını attı, bir nefes kadar uzun bir zaman bekledi. Bir yerlerde bir kıpırtı oldu. Birkaç ürkek adım daha attı. Yerlere saçılmış yaprakların altından, dalların arasından, çalıların arkasından bakan gözleri gördü. Bütün orman durdu, sadece birbirine tehditkar bakışlar kaldı. Neredeyse gözle bile görülebilecek yay misali gergin bakışların üzerinden atlayıp bir adım attı, bir daha, bir daha… O kimseye saldırmadı, kimse de ona, sınırın dışına çıktı. Görünmeyen bakışlar bilinmeyen yerlerine geri döndüler. Onların baktığı kadar kendilerine bakamayan bu yabancıyı uğurladılar.