Yaşantımıza doğru bir şekilde konumlandıramadığımız değerlerden biri de ne yazık ki itaattir. Hakikatle aramıza duvarlar örmemek için itaatin de bir ahlakı olduğunun farkına varmalıyız.
Nitekim kime, neye, neden ve nasıl sorularının cevaplarını zihnimizde tahkim etmeden göstereceğimiz itaatin, bizi hakikatten uzaklaştırma tehlikesi vardır ve bu tehlike azımsanmayacak derecede yüksektir.
Bu şekilde hakikatten uzaklaşma çok tehlikeli bir sapma olacaktır. Çünkü körü körüne itaat insanı hakikate değil bedeviliğe veya onun bir hâli olan bağnazlığa itecektir.
Bedir savaşında genç bir sahabi peygamberimize sorar: “Ey Allah’ın Resulü, orduyu buraya konumlandırmanız sizin düşünceniz mi, Allah’ın emri mi? Eğer sizin düşünceniz ise şu su kuyularının önüne konuçlandırsanız daha isabetli olmaz mı?” Allah Resulü bunu söyleyen genç sahabenin yaşına, asaletine veya zenginliğine bakmaz. Söylediği sözün haklılığına bakar ve orduyu genç sahabenin işaret ettiği yere götürür.
Peygamberimizin hayatında bu ve buna benzer pek çok hadise vardır. Nitekim Uhud Savaş’ına hazırlık sürecinde yaşananlar da yukarıdakine benzerdir.
Kutlu Nebinin istişareye önem vermesi ve istişarenin neticesine -her türlü olası sonuca rağmen- riayet etmesi itaat ve istişare ahlakını anlamamıza yardım edecek en önemli örneklerdir.
Bakın her inanç sistematiğinin elbette bir ‘amentüsü’ vardır. Bu bizim dinimizde böyle olduğu gibi diğer dinlerde ve inanç sistemlerinde de böyledir. Nitekim her metafizik düşünce veya inanç, şu veya bu şekilde mutlak itaat alanlarına sahiptir. Bu, insan zihni için makul ve anlaşılabilir bir olgudur.
Hatta ateist, deist, paganist ve diğer ilgili inanç sistemlerinin bile sorgulamaya kapalı mutlak itaat gerektiren alanları vardır. Örneğin bir müslüman evvel ilkin ‘Rahman ve Rahim olan tek bir yaratıcının’ varlığına imanla işe başlarken bu, ateist düşünce için tersidir. İslam dininin bu ilk düşüncesini inkar kişiyi inanç sistematiğinin dışına iterken Ateist düşüncenin bu ilk amentüsünü inkar ise yine o kişiyi bu düşüncenin dışına itecektir. Dolayısıyla her inanç sistematiğinin sorgulamaya kapalı mutlak iman gerektiren hususları bulunmaktadır. Doğrusu hakikat perdesini insanlara kapatan da bu hususların tam kavranmamasıyla ilintilidir.
Konunun ilahiyat ilimlerini ilgilendiren kısımları yazının kapsamı dışında olmakla beraber, İslam peygamberinin yukarıdaki davranışlarını, insanı düşünmeye iten ve istişareyi öncülleyen tutumunu itaat ahlakının ne olduğunu anlatan en güzel örnekler olarak değerlendiriyorum.
Diğer taraftan Hz İbrahim şüphesiz bir peygamberdi ve hatta büyük peygamberlerden biriydi. Öyle olmasına rağmen “Ya Rabbi… Sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim (Bakara/260).” nidasından itaat ahlakı bağlamında alacağımız bir ibret olmalı.
Evet, hakikat talebesinin en işlevsel görevi hakikati aramaktır. O halde bu yolda ilk anlamamız gereken şey, kalbi tatmin edip huzur vermeyen hiçbir durumun insanı hakikate götüremeyeceğini kavramaktır.
Kalbin tatmin olması ise Hz. İbrahim peygamberden öğrendiğimiz kadarı ile hakikate ayn-el yakîn olmaktan geçer. Lütfen dikkat buyurun sorgulayan ve tefekkür eden bir zihne sahip olmadan hakikate ayn-el yakîn olamayız. Üstelik Hz. İbrahim’in imanî hiç bir zaafiyeti ya da şüphesi de yoktu. Putların boynuna sapladığı baltadan anlıyoruz ki onun tek derdi hakikati bulmak yani Rabbine kavuşmaktı.
Son söz olarak şu husus eklenebilir ki mutlak itaat Allah’a ve elçisi aracılığıyla gönderdiklerinedir. Bunun dışında kalan alanlardaki mihenk taşımız ise kalbimizin tatmin olması ve vicdanımızın huzurlu olmasıdır.
Kalbimizi tatmin etmeyen hiçbir şeyin veya sözün yahut sorgulamayan ve duyduklarını akıl ve vicdan terazisine koymayan bir zihnin bizi hakikate eriştiremeyeceği aşikar olmuştur.
Bâki selam ederim.