Vefa kavramı tartıştığımız tüm bu hakikat araçlarının tam merkezinde yerini alan temel ahlak bileşenlerinden biridir. Tam merkezindedir çünkü hakikat arayışımızda yürüdüğümüz enlemesine, boylamasına ve derinlemesine yolda karşılaştığımız her kavramın merkez noktası vefadır.
Nitekim insanın yek diğer herhangi bir varlıkla ilişkisinin merkez bileşeni de vefadır. Buna göre ilişki hâlinde olduğumuz varlıklara göre vefayı; Rabbimize karşı, insana karşı, eşyaya karşı ve doğaya karşı vefa olarak kategorize edebiliriz.
Modernite öyle 'ben merkezli' bireyselci bir toplum düzeni oluşturdu ki vefa kavramı semt olarak dahi hatırlanmaz hâle geldi. Toplumun değil bireyin mutluluğunu öncülleyen bir sistemden başkalarının mutluluğu için çırpınan ilişkileri beklemek elbette beyhudedir.
Dikkatinizi çekerim ki ilkin, Rabbimize karşı, insana karşı ve doğaya karşı vefamızı kaybettik. Gerisi zaten çorap söküğü gibi geldi. Vefa ahlakının merkez olma özelliği bu fikirden doğmaktadır.
Merhum babacığım çocukken "yaptığın iyiliği unut, sana yapılan iyiliği unutma; sana yapılan kötülüğü unut, yaptığın kötülüğü unutma" diye tembihlemişti. Bu buyruğa ne kadar bağlı kaldığımı bilmiyorum ancak burada işaret edilen mottonun 'insan olmaklığımıza' karşı gösterebileceğimiz bir 'vefa' olduğunu yaşım ilerledikçe idrak edebildim. Yani bizi, akıl, idrak ve iman sahibi olarak yaratmayı irade buyuran Rabbimize ve onun yarattıklarına karşı…
Elbette Yüce Yaratıcıya karşı göstereceğimiz vefa, nimetlerine şükür, yarattıklarına muhabbet ile cereyan edecektir/etmelidir. Çünkü bizi akıllı ve müdrik varlıklar olarak yaratan Rabbimiz bize ilk ve en büyük iyiliği yapmıştır. O halde onun bize bahşettiklerine şükür, nimetin vefası gereği iken; yarattıklarına muhabbet ise onun kudretine saygı gereğidir.
Sizi bilemiyorum ancak bendeniz temas hâlinde olduğu insanlarda vefa ahlakının gereğine ne kadar bağlı olduklarına bakıyorum. Zira vefa ahlakı gelişmemiş bir insanda türlü türlü ahlakî zaafiyetlerin yeşermesi kaçınılmazdır. Bazı şeyler absorbe edilebilse bile vefasızlık onlardan biri değildir.
Sözgelimi, bu zaafiyetlerden birisi kibirdir. Rabbine karşı -vefa ahlakının gereği olarak- hakkıyla şükürde noksan olan bir insanın kibirli olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla burada ifade edilmeye çalışılan vefa-şükür ilişkisini kurmuş bir zihnin kibre yönelmesi mümkün değilken, tersi durum da mümkün gözükmemektedir. (Elbette kibrin ilişkili olduğu başka hususlar da var ancak onlar bu yazının kapsamı dışında tutulmuştur.)
Diğer taraftan nankörlük ise yine vefa ahlakına uymayan bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Nankörlük, insanın eriştiği her şeye kendi çabasıyla geldiğini düşünmesiyle yakın ilişkilidir. Oysa ana rahmine düştüğümüz andan itibaren hep bir başkasına muhtaç yaşamlar sürerken eriştiğimiz şeylere sadece kendi gayretimizle ulaştığımızı nasıl düşünebiliriz?
Dolayısıyla bize yapılan iyiliklere öyle vefa ile yaklaşmalıyız ki her ne olursa olsun bunun önüne hiçbir şeyi koymamalıyız. Zira vefa ahlakının gereği de budur. Aksi takdirde yukarıda birkaç örneğinden bahsettiğimiz türlü ahlakî zaafiyetler bizlerde baş gösterecek ve hakikatten uzaklaşmamız kaçınılmaz hâle gelecektir.
Unutmayalım ki "ahdine vefası olmayanın imanı da olmaz." buyurulmuştur.
Bâki selam ederim.