Kurtulmayı kutlamak mı, işgal edilmiş olmanın utancını yaşamak mı?
Kahramanmaraş’ın kurtuluşu kabul edilen 12 Şubat dolayısıyla bu ikilem beynimde yine dolaşmaya başladı. Bence işgal edilmiş olmanın utancını yaşamak, ezikliğini duymak daha baskın geliyor. İnsanlarımıza asıl bu duygu verilmeli, asıl bundan ders çıkarımları yapılmalı.
Gerek ülke olarak gerek iller/şehirler olarak işgal edilmiş olmanın utancını yaşayacağımıza, yani “Kurtuluş Günü” dediğimiz günlerden önce işgal edilen ilk günü “UTANÇ GÜNÜ” olarak analım. “Yaşasın, ilime, obama, evime köyüme destursuz giren düşmanlardan ve onun işbirlikçilerinden kurtulduk.” Dercesine törenler yapıyor, buradaki ihmalimizi, beceriksizliğimizi, belki ihanetlerimizi, korkaklığımızı vs. dünya âleme ilan ediyoruz.
Bir insanın temizlik, beslenme, mikroplardan kaçınma, vücudun gücünü koruma gibi asli görevini yapmayıp da yakalandığı hastalandıktan ilaçlar, ameliyatlar, sayısız masraflar sonunda kurtulmasına sevinmesi gibi…
Hastalıktan kurtulan sevinmemeli mi? Sevinmeli tabii; ama hastalıktan kurtuluşuna beş kuruşluk sevinirse, neden hasta olduğuna, neden tedbir almadığına, neden bu zaafından dolayı maddi ve manevi tarifsiz kayıplara uğradığına da yüz kuruşluk, üzülmeli!
Bu sebeplerden ülkemiz sathında ilki gerçekleştirerek düşmana direnişin destanını yazan Kahramanmaraş, yine bir ilki gerçekleştirmeli ve KURTULUŞ GÜNÜ kutlamaları yerine DİRENİŞ GÜNÜ Kutlamaları yapmalı; hazırlıklarını ve törenlerini buna göre şekillendirmelidir.
Özellikle Maraşlı (çatlak sesleri bir taraf edersek) işgali hiç kabul etmedi. Daha ilk gününden itibaren düşmanı def etmenin yollarını aramaya, teşkilatlanmaya başladı. [Bu noktada Elbistan’ın ve Elbistanlıların (BUna Afşinyiyer dahildir; zira o yıllarda Elbistan'a bağlı idi) verdiği destek, yaptığı katkı inanılmaz boyutlardadır. Maalesef bunlar da doğru dürüst henüz su yüzüne çıkmış değildir. Özellikle benim birkaç çalışmamla yüze yakın adsız kahraman şöyle böyle tespit edilmiş oldu.] Sonuna kadar da aralıksız DİRENİŞİNİ sürdürdü.
Madem işgali kabul etmedi, öyleyse o saatten itibaren de DİRENİŞE başladı, demektir. Sonuna kadar 11 Şubat akşamına kadar da bu DİRENİŞİNİ tüm ilçeleriyle birlikte sürdürüp KURTULMAYI DEĞİL, DÜŞMANI İLİNDEN/ŞEHRİNDEN ATMAYI başardı. Çekip gitmeselerdi, çok daha acı bir yenilgi onları bekliyor olabilirdi.
İşte bu nokta, KURTUDUK denilecek nokta değildir. Böyle söylenirse, acizliğe, ihmale, savunma görevinin vaktinde ve layıkıyla yapılmadığına da seviniliyor demektir. Aksi halde DİRENDİK VE ATTIK denirse, vatanımıza, milletimize göz dikmiş alçakları barındırmamış, onlara bu topraklar dar edilmiş ve güç kullanarak def edilmiş olunur.
Arada farkı göremeyenler ‘Kurtuluş’a sevinmeye devam etsinler; ben işgal edilmiş olmanın hüznünü ve utancını duyuyorum…
KARMAN ÇORMAN OLDUK
Yerleşik toplumların kültürü farklıdır tabii ki, bin sene aynı toprakta yaşamış insanların ilişkileri ile yirmi yıl otuz yıl içinde bir araya gelip komşu olan, aynı şehri paylaşan insanların ilişkileri çok başkadır.
Sonradan gelenler, içinde yaşamaya başladığı şehrin kökleşmiş kültürüne alışıncaya veya kendi kültürlerini hâkim kılıncaya kadar bir bocalama bir kargaşa ve ötekinin davranışlarını beğenmeme dönemi yaşayacaklardır.
İlişkiler lütfen olacak, komşuluk, arkadaşlık nispeten soğuk kalacaktır.
Şu anda mesela Elbistan neredeyse kırk yıldır bunu yaşamaktadır. Yerli halk, 90.000 içinde 7, 8 bin bile kalmamış eriyip tükenmeye başlamıştır. Dolayısıyla asırlarca atadan dededen görerek alıştığı, uyguladığı ve günümüze kadar getirmeye çalıştığı kültür de hızla erimekte, etkisini kaybetmektedir. Bundan sonra bir iki nesil sürecek kadar uzun fetret dönemi olacağı kesin; keşke yerinde ve etkili müdahale merkezleri olsa da yozlaşmadan taşlar yerine oturtulsa…
Kültür birliği olmayınca amaç birliği de olmaz. Kim, toplum için faydalı olan bir şeyi yapmaya kalksa, ya kısa soluklu olur ya da “her kafadan bir ses” çıkar ve başlamadan biter. Örnek verecek olursak, Elbistan’da güreş festivali bir türlü geleneksel hale getirilemedi; daha uzun yıllar getirilemez de. Bir peynir, ayçiçeği, pancar, halı, kömür festivalleri düzenleme kimsenin aklına bile gelmemektedir, gelmez de…
Mesela, düğünlerin hemen bitiminde ‘velime’ âdetimiz vardı. Düğün sahibi koca don kazanları kurdurur, bol etli kuru fasulye ile pirinç pilavı pişirterek gelen herkese ikram ettirirdi. Onlarca yıldır bunu yapanı şahsen görmedim. Maalesef lahmacun ve plastik bardaklı ayran resmen velime sofralarını işgal etti. Sofralı gelmek/gitmek de böyle. Neden sofralı gidilirdi? Ailenin çok yakın dostu, iyi anlaştıkları komşusu veya ailenin birinci ikinci dereceden akrabası olanlar, sırayla, en az üç gün boyunca, aile matemde ve gelen gidenle meşgul olduklarından, yemek yapma zamanı, isteği ve gücü bulamayacakları düşünülerek, sabah, öyle ve akşam (çoğu zaman sabah uygulanmazdı) çeşitli yemekler hazırlanıp götürülürdü. Sofralı gidenler bizzat sofra hazırlar, ev sahibini oturtur, kendisi de oturur, hizmet eder ve yemesi için ısrarlı olurdu. Üç gün süren matemden sonra, cenaze sahibi mevtanın ruhu için velime pişirtir ve tüm komşulara, eşe dosta, fakir fukaralara ikram ederdi. Kuran okunur, Fatiha’lar salınırdı. Şimdi ne oldu? Yine eş dosttan biri fırına lahmacun için malzeme gönderiyor, yeteri kadar da plastik bardaklı ayran, öğle vakti Kur’an okunan yere getirilmesi sağlanıyor ve hazırda kim varsa buyursun!
Kimi sürekli oradadır, buyursun. Kimi görevlidir buyursun. Kimi cenaze evinin horantasındandır, buyursun. Orada Kur’an okutmak için bulunanlar isterse o da buyursun; ama ısrar edilmesin. Sevmiyordur, toktur, oruçludur, perhizdir… Yese olmuyor, yemese olmuyor.
Bir de çay dağıtma âdeti gelişiyordu az kalsın. Kur’an okunan yere bir ‘yedek’ getirtilip adeta çay ocağı kuruluyor, onlarca bardak, şeker, bir iki de çay pişirip dağıtacak genç görevlendiriliyordu. Hoca okuyacak, beriki cıngır cıngır bardak karıştırmakla meşgul. Herkes Fatiha’ya durmuştur, delikanlılar tepsi ile çay dağıtıyor; kimi “içmem” diyor, kimi “bir daha alıyım” diyor. Tam o ara yeni bir taziye ziyareti için gelen oluyor; hoca efendi yeniden Kur’an okumaya başlıyor ve en çok orada bulunması gereken huşu, birden yok oluyor…
Taziye evi, yeme içme evi değildir. Orada yemek de verilmemeli, çay da ikram edilmemelidir. Yemek, sofralı âdetinde olduğu gibi sadece cenaze evinin bireylerine ikram edilmeli, kimsenin göremeyeceği hatta sezemeyeceği şekilde onların yemeleri sağlanmalıdır.
Haa velime olmasın mı? Olmalı elbette.. Ama usulüne uygun olarak yapılmalı. Taziye bitince veya bitmeye doğru dördüncü gün gibi, daha çok cenaze sahipleri tarafından yemekler pişirtilmeli, fakirler, komşular, akrabalar öncelikli olmak üzere gelen tüm eşe dosta ikram edilmeli, gelemeyen fakirlere gönderilmeli ve o sırada da mevtanın ruhu için Kur’an, Fatiha okunup dualar edilmelidir…
Adet budur. Gelenek bu idi. Kültürümüzde bu vardı, şimdi ne oldu?
DEVLET-VATANDAŞ
Geçenlerde kıymetli dostumuz M. Emin Elagöz ile birlikte bir resmi daireyi özellikle ziyaret ettik. Amacımız, “Çok güler yüzlü, herkesi iyi karşılayan, kimseyi ayır etmeden eşit muamele eden, mümkün olduğunca herkesi oturtarak ağırlayan…” diye övülen bir müdür beyi tebrik etmekti.
Tam dairesinin kapısına geldiğimizde içeriden biri çıktı. Böylece kapının açılıp kapanması içeriye bakmamızı sağladı. Karşılıklı iki misafiri daha vardı. Biz, onların da çıkmasını beklemek amacıyla bir kenara oturmaya giderken, bir görevli geldi ve “Sizleri Müdür Bey çağırıyor” dedi.
Allah Allah bizi nereden görmüş ki diye düşünerek gittik. Ayakta, gayet nazik ve güler yüzle karşıladı;
− Buyurun arkadaşlar, eğer yapılması gereken işleriniz varsa, hızlandırayım, dedi. Biz de;
− Müdür Bey, biz sizi ziyarete geldik. Tanışmaya geldik, dedik.
Aslında daha ilk anda bile söylenenlerin doğru olduğu, tanımadığı insanlara bile gayet kibar, güler yüzlü, ayırım yapmadan davrandığı anlaşılıyordu.
Oturduk, çaylarımızı içerken kısa süreli sohbet ettik. Geliş sebebimizin tanışmak olduğu kadar, duyduklarımızı anlatmak ve tebrik etmektir, dedik.
Bize Şöyle anlattı:
− Ben mesleğimin ilk yılından itibaren bunu uygulamaya çalışıyorum. Gelen insanın babam, ağabeyim, annem, ablam, eşim olduğunu, beni de bir başkası gibi düşünüyorum. O bir başkası olan şahıs, benim yakınlarımı soğuk davransa, işlerini uzatsa, kendi işini savsaklayarak onların ayakta öylece beklemelerine aldırış etmese, dahası bugün git yarın gel, diyerek tamamen boş verse ben üzülmez miyim; bunu görüp duyunca içimden o şahsa karşı buğz etmez miyim, ederim. E madem benim yakınlarıma iyi olmayan, hoşa gitmeyen davranışlar beni üzerse, benim başkalarına yaptığı kötü davranışlar da onları üzer, diye düşünürüm ve buna göre de davranırım. Zaman zaman dairede çalışan arkadaşlarla toplanır, bu konuları anlatırım. Hatta belki inanmayacaksınız, piyes oynamış gibi kimi arkadaşımı memur, kimi arkadaşımı iş takibine gelmiş vatandaş ederek bir iyi davranışı, bir kötü davranışı sergileriz. Karşılıklı mukayese yapar, kendimizi eleştirir, daha iyisinin nasıl olması gerektiği konusunda fikir üretiriz. Vatandaş, devletten korkmamalı, sevmeli; iş takibine geldiğinde tedirgin olmamalı, güvenmelidir. Bunu da en küçük birimlerden başlayarak devletin temsilcileri sağlayacaktır.
Müdür Bey’in bu anlattıkları bile olaya nasıl baktığını ortaya koymaya yetiyordu. Tebrik ettik, sohbetimiz bitince de örneklerinin çoğalması temennisi ile ayrıldık.
Önceleri, bırakın karakolu, emniyeti, herhangi bir resmi daireye girerken insanın içi titrerdi. Kimi şapkasını çıkartıp bağrına basar, kimi önünü düğmeler, kimi gitmeden önceki akşam tıraş olur, giyinirdi.
Şimdilerde devletle vatandaş bir hayli barıştı. Anlaştı, birbirinden çekinmez, ona şüphe ile bakmaz oldu. Hatta vatandaşlar biraz fazla ileri gitmeye, suç işlerken kendini yakalayan polise, jandarmaya bağırıp çağırmaya, hareket etmeye bile başladı.
Valla ben, hasbelkader karakola gidecek olsam, bırakın işimin düşmesini karakol komutanının veya Emniyet müdürünün davetlisi olarak bile gidecek olsam, tedirgin oluyorum, ‘şuradan başımıza bir iş gelmeden ayrılsaydık’ gibi düşünceye kapılmaktan kendimi alamıyorum.
Bence de devlet ile vatandaş barışsın, yukarıda örneğini verdiğimiz ideal müdür bey gibi olsun; ama suçluların yaptıkları gibi bağırıp çağıracak, tekme toka girişecek, hakaret edecek kadar da bir taraf ileri gitmesin hani…