Afşin Ashab-ı Kehf Camii ve Külliyesi’ni görünce, gayrı ihtiyari ülkemizde asırlar sonra yeniden ilim, irfan, sanat ve düşünce ufuklarının doğacağına olan inancım güçlendi, adeta. İlçemizdeki medarı iftiharımız ve asarı atikamız olup sekiz asır önce Selçuklu Sultanlarınca, dönemin Maraş Valisi Nusretiddün Hasan Bey tarafından inşaa ettirilip Dulkadırlı Alaüddevle Bey tarafından küçük ilaveler ve onarımı yaptırılan mazimizi simgeleyen Ashab-ı Kehf’ Külliyesinin mütemmimi (tamlayan) olmasını ümit ettiğimiz atimizin tezahürü Afşin Ashab-ı Kehf Camisinin hemşerilerimize ve yöremiz halkına hayırlı olmasını diliyorum.
İlçem olan Kahramanmaraş Afşin’deki Eshab-ı Kehf Camii ve Külliyesi’nin son şekli göz dolduruyor. Anadolu’nun 40-50 bin nüfuslu bir ilçesinde böyle görkemli bir mabedin külliye tarzında yapılmış olması hem ilçe halkı hem de ülkemiz adına iftihar vesilesidir. Caminin Selçuklu tarzı giriş portali tarihimizdeki görkemi anımsatmakta, girişinin her iki tarafında birer adet kapalı kemer, birer adet de son cemaat bölümüne çıkılan açık kemer ve ortada portalli girişi ve yedi basamaklı üç merdiveni eserin estetik yönünü öne çıkarmakta ve seyredenlerin hayranlık duygularını tetiklemektedir. “Asırlar sonrasında bile ayakta kalacağını ümit ettiğim bu eserin tasarımı, resmi onayında imzaları olan mülki ve mahalli yöneticilerimize, yine inşaatında ismi ve imzası olanlara ve maddi destekte bulunan hamiyetperver hemşerilerime en içten şükranlarımı sunarak say ve gayretlerinin, hayır ve hasenatlarının kendilerini bu dünyada aziz, dar-ı bekada da ruhlarını mesrur etmesini Yüce Rabbimden dilerim.
Afşin Ashab-ı Kehf Camii ve Külliyesi Üzerine kaleme aldığım yazımı 2016 yılında Konya Postası Gazetesinde yayımlanmış yazımdan bazı alıntılar da yaparak yayımlamayı uygun gördüm.
Ziya Paşa, ünlü beytinde: Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm/Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm, diyor. En az iki asır devam eden yıkım döneminden, milletimiz adına üzüntü, medeniyetimiz adına yeis aşılayan bu meşum durumdan kurtulmak, bizleri kahreden bu eziklik duygusundan kurtulmak 21. asrın ilk çeyreğinde nasip olacak inşallah. Tarihimize İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy’un nazarından önce olumlu sonra da olumsuz yönde bakalım.
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz/Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz” beytiyle başımız adeta göğe yükselirken, sonra yine onun:
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!;
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâ’atlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın! dörtlüğü ile utancımızdan başımızı sokacak koğuk aramışız.
Yaşlılarımıza saygıda kusur etmeyelim. Ecel genç yaşta gelip almazsa, biz de yaşlanacağız bir gün. Çocuklarımız ve torunlarımızdan saygı bekliyorsak ebeveynlerimize hürmeti görev bilmeliyiz. Büyüklerimize saygının yanında onları konuşturarak bilgi, görgü ve tecrübe dünyalarını yazıya dökmeliyiz ki toplumun mevcut kültürü genç ve gelecek kuşaklara aktarılarak korunsun, yeni ürettiklerimizle de zenginleşsin. Aksi takdirde yabancı kültür istilasından yakınmalar bir fayda vermeyecektir.
Aklımıza yaşlılar hakkında şöyle bir soru gelebilir. Bizim büyüklerimiz, cehaletten, yokluktan, sefaletten, topraktan, hayvandan başka neyi gördü ki onların birikimlerine başvuralım, zaman kaybı değil mi, günümüzün bilişim ve bilgi çağından, elektronik cihazlarından onlar ne anlarlar ki? Yalnız göz ardı ettiğimiz bir gerçek vardır: Evet yaşlılarımız devletimizin uzun süren savaşları nedeniyle maddi yokluğun ve sefaletin dibini yaşadılar, belki bizim kadar bilgi ve kültür donanımına sahip değillerdir. Ama bizim gibi yenilmişlik psikolojisini, yani yabancı kültür bağımlılığını yaşamadılar, müstevlilerine hayranlık duymadılar. Mektep medrese yüzü görmeyen atalarımız bile insaniyetçi, toplumcu ve tabiatla uyum içinde yaşayabilen bir medeniyet algısı içinde yaşadılar.
İyi hatırlarım, 2007 yılında Afşin’de yaptığım tarih ve kültür araştırmaları sırasında Altunelmalı Hanım Ayşe denilen bir teyzeyle görüşmem esnasında, “nasılsın teyze” deyince “aman nasıl oluyum, bize artık arı etek, helal yutak, temiz ölüm, lazım dedi. Ben seri şekilde söylenen bu sözü hafızamda tutamadığım için sözünü tekrarlatarak yazdım. Okuma yazma bilmeyen 1916 doğumlu bu teyze medeniyetimizin dünya görüşünün temel ilkelerini bir çırpıda söyleyiverdi. Arı etek ne demek teyze dedim. İnsan, eteğine temiz olmalı, namuslu, iffetli olmalı, dedi. Temiz ölüm nedir, deyince, Allah kapıları bekletmesin, emanetini kimseye yük olmadan alsın, diyerek malum insanın “ömrü erzel” rezil ömür denilen evresini kastetti.
Anadolu insanı, bunca yozlaştırma çabalarına karşın makus talihinden kurtulacak, tarihteki o satvetli dönemlerini görecek inşallah. Yalnız bu bizim azmimize, gayretimize, zekamıza ve bilincimizin ışığına, dirlik ve birliğimize bağlıdır. Namık Kemâl’in;
“Sana senden gelir bir işte dâd (yardım) lazımsa/Ümidini kes zaferden gayrdan imdat lazımsa”, beytini iyi özümsemek gerekir. Fiili duayı bırakıp kavli dua ile rabbimizin bize yüklediği görevleri, “biz aciziz diye O’na havale etmeye kalkışmayalım. İşimizde emeğimizi esirgemeyip vaktimizi değerlendirelim. “Sen zamanı kat etmezsen zaman seni katleder uyarısına kulak kabartalım”.
Fakültede arkadaş ortamında bir fıkra anlatıldı. Bizim hacılar, Medine’de Ravzay-ı Mutahhara’da caminin içinde dinlenmek için uzanıp biraz kestirmek istemişler. Suudi polis gelip Türk müsünüz, demiş. Onlar da evet deyince uyumayın yasak, demiş. Bizimkiler, diğer yatanları gösterip onlar niye uyuyor, demişler. Suudi Polis, onlara yasak değil, Türklere uyumak yasak, çünkü siz ne zaman uyusanız Müslüman dünyanın başı beladan kurtulmuyor, demiş. Fıkranın biraz milli gururumuzu okşayan yanı olsa da realite bunu doğrulamıyor değil. İki asırdır tarih sahnesinde etkin olamadığımız için dünya zalimlerin insafına kaldı. Namık Kemâl, Hürriyet Kasidesinin son beytinde; “Kilab-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahralar/Uyan ey yâreli şîr-î jeyan bu hab-ı gafletten …” diyor. Ortadoğu’da yıllardır sebep oldukları iç savaşlar, nadir sayıda da olsa insaflılarını tenzih edersek, batılılar gündemlerinden düşürmedikleri hümanizm, Rönesans, aydınlanma, demokrasi, insan hakları kriterlerini -cahiliye Araplarının helvadan yaptıkları putları acıkınca yedikleri gibi- Hıristiyan dogmalarının yerine ikame ettikleri temel ilkelerini çiğnediler, galiba tarihteki sırtlanlıkları günümüz dünyasında yeniden depreşiyor.