Afşin-Elbistan yöresi de, eskiden beri ticaret ve askeri geçiş yollarının üzerinde ve kavşağında bulunması nedeniyle merkezi otoritenin bozulduğu her zaman eşkıyalığı barındırmış bir bölgedir. Tarihten bu yana Afşin-Elbistan’ın bitek ovası ve ovanın hemen bitimlerindeki geçit vermez, aşılmaz dağlar; Binboğa, Berit, Nurhak, Şardağ, Ağcaşar’daki Köroğlu ve Sevin Köyü ile Arıtaş arasındaki Dikmen Tepesi Altunelma Kasabasının kuzeyindeki Naldöken Mevkileri belli dönemlerde eşkıyaların barınak ve korunak yerleri olmuştur.
Kayseri ve çevresindeki eşkıyalık üzerinde araştırma yapan Doç. Dr. Mehmet Metin Hülagü, Osmanlının idari yapısındaki bozukluğun ortaya çıktığından beri -yaklaşık 17. yüzyılı alırsak- yöremiz eşkıya sorunuyla neredeyse her zaman iç içe olmuştur. Belgelerde eşkıyalık, eşkıya veya şakilik ve şaki diye tanımlanan hareketler daha çok idarî ve iktisadî bozukluklar yanında sosyal duyarsızlıklar ve bencil yaşam biçiminden kaynaklanmış olup, kurulu düzenle çatışmayı hiçbir zaman için hedef olarak benimsediğini belirtmektedir.
Osmanlının son dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarında hemşerimiz Doğan Bozkurt’un ifadesiyle, “bu bölgede boynuzunda çamur olmayanın (İnsanın hayatında mutlaka bir güç yarışına girmek ve risk almak, yani kişi, güreşmeyi ya da döğüşmeyi bilmek) yaşaması oldukça zordur”. 1800’lü yıllarda eşkıya yatağı haline gelen özellikle Afşin-Kayseri ve Maraş yolu, Ahmet Cevdet ve Derviş Paşanın 1865-1867 arasında Hareket-i İslahiye projesiyle Çukurova Yörüklerini yerleşim birimlerine iskanından sonra geçici bir süre için güvenlik altına alınabildi. Ancak 31 Mart 1325/13 Nisan 1909’da II. Abdulhamid Hanın hallinden sonraki iğtişaş dönemleri, I. Dünya Harbi, Cumhuriyetin kuruluş döneminde, II. Dünya harbi yıllarında ülkenin yol emniyeti eşkıyalık yüzünden oldukça sıkıntılı olmuştur.
Yerleşik bir kamu düzeninin zor sağlanabildiği, çocukların hüdayi nabit bir biçimde tabiatın kucağında büyüdükleri bölgelerde bireyler güç mücadelesi ve kavgacılık şartları içinde yetişmek durumunda kalır. Afşin’deki 1960’lardan önceki kuşağın yaptığı aşağı mahalle yukarı mahalle dövüşlerinin nedenlerini buralarda aramak gerektiğini sanıyorum. Mahallenin onurunu kurtarmak ve korumak adına yapılan grup dövüşlerinin, ya bağ çubuklarıyla ya da taşlarla yapıldığını büyüklerimizden öğrendik. Bizim bölgede kavgacılığın, yani güç yarışının ve erkek çocuğunun kız çocuklarına göre daha çok istenmesindeki sosyo-psikolojik arka-planın irdelenmesi gerekir.
Afşin-Elbistan yöresi tarihten beri ticari ve askeri ulaşımın kavşaklarından biri olması nedeniyle çok çeşitli ırk, etnik köken ve din mensuplarını barındırması ve bunların birbirlerine üstünlük kurma çabaları, tarih içinde bu bölge insanlarının adeta toplumsal genetiğine işlemiştir. Güçlü olanın yaşama hakkını elde etmesi, arkası olanın ayakta kalması, yerleşmiş düzenli bir kamu düzeninin –yarı-yerleşik toplumsal yapısı nedeniyle- oluşmaması, bireyleri, adaletin ancak kendilerince sağlanacağı gibi yanlış bir anlayışa götürmüştür. Asayişin sağlanamadığı o dönemlerin genel yargılarından olan “Kavgada ilk vuran kazanır’, ‘Kadıdan adalet beklemek, davayı mahşer gününe havale etmektir’ ve hemşerimiz Abdurrahim Karakoş’un ‘Hakim Beg’ şiirinde geçen ‘Bu dava bize dedemin dedesinden kaldı hakim bey! dizesi sorunu veciz bir biçimde resmediyor.
Bölgedeki tarih boyunca bitmez tükenmez kavganın izlerinin Anadolu Selçuklu Beyliklerine kadar götürülebileceği kanısındayım. Anadolu’nun iç bölgelerinde yaşayan beyliklerin halkları, küffarla mücadele imkânından mahrum kalan, çevresinde Müslüman Türk Beylikleri bulunan bir coğrafi bölgede yaşamak durumundaydılar. Dolayısıyla Türk boyları yalnızca birbirleriyle mücadele edip, nüfuzlarını birbirlerine kabul ettirmek gibi kuru bir beylik/benlik davasını güdüp sosyolojik terimle ‘derebeylik’ tarzında bir yaşam biçimini benimsemişlerdi. Osmanlı bu bölgelere hakim olup, bu yörenin halkından bazılarını Rumeli’ye gönderdikten sonra ancak gaza ve cihat gibi kutsal bir eyleme girişebilmişlerdir. Dışa açılmayan, kendi içinde sıkışıp kalan halklar, ötekini/hasmını kendi içinden çıkarıp onları telef etmeyi bir başarı sayar. Halbuki İslam gibi yüce bir dinin mensubu olarak, değil kendi kardeşinin canına kastedip, ırzını payımal etmek, evini barkını başına yıkmak, küffara bile adalet götürmek, onların daha insani koşullarda yaşayabilmesi için yeni kurumlar, buluşlar, teknik ve teknolojiler icat etmek gibi görevleri vardı. Bunun için öncelikle konar-göçerlikten kurtulup, yer-yurt edinmek, ilim, irfan tahsil etmek, mektep medrese görmek gerekiyor. İnsanın kim olduğu, görevlerin neleri içerdiği, adaletin, kardeşçe birlikte huzur içinde yaşamanın insanlığa adalet ve özgürlük götürmenin anlamını öğrenmesi ve özümsemesi gerekmektedir. Yoksa, daha 1980’lere kadar ataerkil aile geleneğinin eğitime dönük yansımalarından biri olan, erkek çocuklarının güç yarıştırmak için, ‘şuna söv oğlum’, ‘bunu döv oğlum’, diye adeta köpek terbiyecisi tarzıyla yetiştirilmeleri nedeniyle istenilmeyen sonuçlara ulaşılmakta ve böyle yetiştirilen çocuklardan doğal olarak, önce ebeveynleri bizar olmaktadır. Kötü öğüt veren kişi, kötülüğün önce kendisine yöneleceğini bilmelidir. Çocuklarımızı elbette güçlü ve sağlıklı bir biçimde besleyip büyütmeliyiz, ancak bu güç, komşusuna, akrabasına, hemşerisine, yurttaşına tahrip aracı olarak değil, ilim, irfan, teknik, teknoloji ve ahlaki erdemlerle donanımlı olmasına yönlendirilmelidir. Yalnızca güç yarışı ve güçlü olup başkalarını alt etme kültürü içinde yetiştirilen erkek çocukların ne iyi bir öğrenim ne de geçerli bir sanat erbabı olma şansları olur. Cehaletin ve yoksulluğun körüklediği bu kaba ve sert anlayış üzülerek belirtelim ki ülkemizin çoğu yerinde olduğu gibi, yöre insanımızın da ekonomik kazanımlarına rağmen kültürel düzey itibariyle de tebarüz ettiğimiz söylenemez.
Genelleştirerek haksızlık etmiş olmayalım ama Afşin yöresinde erkek çocuklarına ebeveynlerinin şu öğüdü bu bağlamda çarpıcıdır: çarşıda, sokakta, tarlada, bağda ve bahçede, nerede olursan ol; dövülerek gelme, dövüldüysen ağlayarak eve girme, seni dövenlere zarar verirsen, sana arka çıkarız. Çocukluğumuzda neredeyse –kent pazarının kurulduğu- Cuma günleri ya bir yaralama ya da cinayetle sonuçlanan kavgalara tanık olunurdu. Birbirleriyle husumet içindeki kişiler köylerinde gerçekleştirecekleri vukuatları hasımlarınca vurulmamak için birbirlerini ilçede yaralayıp ya da öldürüp hemen karakola teslim olurlardı. “Bir dönem Elbistan ağır ceza reisliği yapan Mersin’li Tevfik Bey bölgemizin suç listesinin çetelesini çıkartıp Afşin, Elbistan ve Göksun Adliyelerinden gelen suçları inceleyerek bu ilçelerin suç türleri ve oranlarını şu şekilde açıklamıştı. Afşin ve köylerinde işlenen suçlar genelde öldürme ve yaralama suçlarıdır. Afşin Elbistan ve Göksun bölgesindeki öldürme ve yaralama suçlarının % 60’ı Afşin ve köylerinde işlenmektedir. Bu vakaların % 80’i de cinayetle sonuçlanmaktadır. Elbistan’da işlenen suçlar, ‘hukuk terminolojisinde ‘nitelikli suçlar’, diye geçen, genellikle şehir toplumunun –rüşvet, iltimas, belgede tahrifat, irtikap (zimmete para geçirme), belgede sahtecilik ve boşanma, türünden- suçlarıdır. Göksun’da ise, etnik karmaşıklık cinsel suçları tetikler durumdadır. Vukuatlar, kız kaçırma, cinsel istismar gibi suçlar oluşturmaktadır.” (Avukat Hüsamettin Demir)
Afşin’in şehirlerarası yol üzerinde bulunmayışı da, insanımızın dışa açılmasını engelleyen bir diğer önemli öğedir. İlçenin ve yörenin insanları, gerek tahsil, gerek ticaret, gerekse iş için diğer kentlere 1930’lu 1940’lı yıllarda gitmiş olsalardı, orada ilmin ve kültürün aydınlığını, ticari usulü ve iş ahlakını öğrenip yöremize dönmüş olsalardı, yakındığımız sosyalleşme sürecimizi belki de daha erken yıllara taşıyabilirdik.
Sağduyuyu Şaşırtan Cehalet
Eşkıyalık 1930 ve 1940’lı yıllarda bile öyle lanetlenecek işlerden biri gibi görülmezmiş. (İhsan Kiracı) Eski geleneğimizden kalma, çapul olmazsa bir mala ve yiyeceğe dokunmadığımız, Selçuklu tarihçilerince dile getirilmektedir. Cumhuriyetin ilk 20-25 yılında kent merkezlerinden uzakta kalan taşrada ilimden irfandan, sanattan ve herhangi bir işten uzak olan gençler için eşkıyalık, itibar ve ün kazandıran bir iş olarak görülürmüş. Bölgemiz insanları genelde dışa açılmakta geç kalıp işsiz ve eğitimsiz kalınca, bunların bazıları 1980’li yıllara kadar birbirlerinin emeğine, canına kastetmeyi yiğitlik ve kabadayılık olarak görmekteydiler. Emekli öğretmen Mustafa Arslan’ın ifadesiyle ‘ilçenin/yörenin yiğitleri ve kabadayıları birbirini genç yaşlarda telef ettiler’.
Yöremizde adı geçen eşkıyalar:
1.Zeytun’da eşkıyalık yapan Atir Ali Çetesi (Ahmet Eyicil)
2.Çağşak Köyü nüfusuna kayıtlı Reşko (Yusuf Erbil/Sıddık Demir)
3.Türkçayırı Köyü’nden Gıcanoğlu Hasan (Yusuf Erbil/Sıddık Demir)
4.Gizik Duran Çetesi’ (Ermeni Çeteleriyle çarpışan) Taşkale
5. Şirin Bektaşoğlu (Hamdi Demirci)
6.Çatal Kafa (İhsan Kiracı)