Aziz okur, din ve ideoloji bahislerinde yapılan bağnazlıkları ve dilsiz şeytanlıkları tefekkür etmeden ilerlemek zor olacak.
Yıllarca bağnazlık kavramıyla belli grupların tahkir amacıyla yaftalandığını biliyoruz.
Özellikle modernist ve halkın değerlerinden kopuk bir grup aydın zümresi bu toprakların öz çocuklarına böyle baktılar. Doğrusu hâlâ da bu tutumlarını devam ettiren kişi sayısı hiç de az değil.
Bunu yaparkenki amaçlarını kestirmek zor değil. Ancak bu mevzuları polemik yazarlarına bırakıyorum.
Bizim işimiz kimin ne yaptığıyla ilgilenmek değildir. Biz hakikat arayışı içinde ikna olmaya ve ikna etmeye hazır zihinleriz. Bunun dışına çıkmayı arzu etmiyorum.
Bağnazlık her konuda ve her alana özgü olabilir. Bağnazca takip edilen ideolojiler, partiler, cemaatler, cemiyetler...
Sözün buradan olarak körü körüne takip edilen her ideolojinin veya inanışın bu kabilden değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Ne yani muhafazakârlar arasında bağnazlıklara rastlanılırken diğer ideolojik hizipler pirüpak mı? Kendi nefis muhasebelerini içtenlikle yapıyorlar mı?
Roger Graudy’i ve hikayesini biliyorsunuz... Yıllarca sürdürdüğü hakikat arayışına sonunda İslam üzere olmakla karar getirdi... Hakikat arayışını hayatının sonuna kadar bu cihetten devam ettirdi. İnandığım dini seçmesiyle övünç duymakla beraber bence ona asıl saygınlık kazandıran şey hiçbir ideolojiyle saplantılı bir ilişkiye girmemiş olmasıdır. Evet bu özellik her neye inanırsa inansın bir insana çok büyük saygı duymama sebep oluyor.
Bir insanın hakikat-iman düzlemindeki arayışları asla son bulamaz ve son bulmamalıdır. Hakikate erişilmez... Hakikate teslim olunur...
Burada teslimiyet kavramını elbette önceki yazılarımda atıfta bulunduğum ‘mutmain olmuş kalp’ ile ilişkilendiriyorum.
Bu anlamda mutmain olmuş bir kalbin asla bağnaz olamayacağı anlaşılmıştır. Çünkü mutmain olmuş bir kalp ‘eşyanın hakikati’ni anlamakla mükelleftir. O, hiçbir şekilde sorgulamalarından vazgeçmemiştir.
Bakın, insan yetenekleri sınırlı bir varlıktır. Sonsuz bir kavrayış gücüne sahip değiliz. Kâinatta anladıklarımız ve bunların ötesinde hafsalamızı aşan pek çok hadise var.
Söz gelimi yaratılıştan önce ne vardı? Dünya dışında başka gezegenlerde hayat var mıdır? Malumunuz bilim spekülasyonla ilgilenmez, cevabı asla bulunamayacak sorular bilimin konusu olamaz. Bu sorular felsefenin ilgi alanıdır ve bunlarla ilgili sadece tahmin yürütebiliriz veya varsa rivayetlere göre karar verebiliriz.
İnsan aklının almayacağı, hatta alamayacağı alanlar var. Buralar bizim için karanlık bölgedir. Yüce Yaratıcı kâinatı yaratırken insanın uğraş alanı olabilecek bölgeleri de belirlemiştir.
Bakın en büyük bağnazlıklara bu uğraş alanının dışında olan konularda rastlamaktayız. Bilimin ve/veya rivayetlerin maksadının dışına çıkılması o konuyu bağnazlık noktasına taşıyacaktır.
Dikkatli okuyucunun gözünden kaçmadı, farkındayım. Bilimin de mi bağnazlık alanına giren noktaları var? Şüpheniz olmasın var. Cemiyet fert düzleminde hakikate ilişkin yazı dizimiz ilerledikten sonra bilimi de mevzu etmek istiyorum. Oralarda bu hususları tartışacağız.
Söz gelimi evrim teorisinin ne anlattığının ötesinde ona bir inanç sistematiği gibi “bağnazca iman” eden bir pozitivist zihinle deve sidiğine kutsallık atfeden zihin arasında fark göremiyorum. Kimse bir ateistle bir müminin aynı kefeye konulmasını yadırgamasın lütfen. Çünkü onları aynı kefeye koyan bizatihi kendi düşünce sistematikleridir. Ben değilim.
Şöyle ki İkisi de dünyayı besbelli belirli kalıpların ötesinde değerlendirmekteler. Burada sizleri dinin rivayet-dogma-ayet izahlarını kelamcılardan takibe davet ediyorum.
Dinin insana giydirdiği elbise bellidir. Bu elbise, mümtaz insan, biricik sevgilimiz, peygamberimizin bizzat hayatıdır. Kutlu peygamberin hayatında tek bir bağnazlık alanı yoktu. Zira “O kendi, heva ve hevesiyle konuşmadı.” Fakat biz onun takipçileri olarak bilerek veya bilmeyerek kendi heva ve hevesimiz doğrultusunda konuşuyoruz ki işte bağnazlık tam olarak budur.
Kimimiz çok daha kötüsünü yapıp ‘kendi heva ve hevesi uğruna -hâşâ- peygamberi konuşturmaya çalışıyorlar ki hakikate yalanla ya da uydurmayla ulaşamayacaklarının farkında değiller.
Diğer taraftan materyalist ve pozitivist bir zihnin de bu düşünce sistematiğinin dışında kalan konuları dinlemeyi bile reddetmek suretiyle inkâr yolunu seçmesi onun düşünce dünyasındaki zaafiyeti ortaya koymaktadır. Bu, açıkça bağnaz bir tutuma sahip olmak anlamına gelmektedir.
Bakın, mutlak rasyonalist bir din inşa edemeyiz/etmemeliyiz. Fakat unutmayalım ki mutlak bir ideoloji de üretemeyiz. Neden üretemeyeceğimizi yukarıda izaha çalıştım. 20. Yüzyılın etkili ve saygıdeğer bilim felsefecilerinden Karl Popper bunu en iyi kavrayanlardan biriydi. “Demokrasi daha iyisi bulunana kadar en iyi yönetim biçimidir.” demiştir. Popper’ın bu sözünü mutlak ideoloji oluşturulamaz diye anlamamızın hiçbir sakıncası yoktur.
Devam edeceğiz…
Bâki selam ederim.