Hepimiz nefis taşıyoruz. İnsanın benliğini aşması kolay bir hadise değildir.
Yıllardır taşıyageldiğimiz özelliklerimiz var. Çocukluğumuzdan beri edindiğimiz alışkanlıklarımızda cabası.
Arkadaşlarımız, çevremiz, ailemiz şu veya bu şekilde iletişim hâlinde olduğumuz insanlar var. Yani bizim dışımızda yaşanılanlar bulunmakta; herkes kendi gerçekliklerini yaşarken biz bunların ancak sınırlı bir kısmına vakıf olabilmekteyiz.
Kendimiz dahil bir insanı bütün hâliyle değerlendirmek ve onun hakkındaki kanaatlerimizi buna göre oluşturmak zordur, belki de imkansızdır.
Çoğu zaman olaylara verdiğimiz tepkiler önyargılarımızla, karakterimizle, inancımızla, alışkanlarımızla vs ilgilidir. Dolayısıyla insanların davranış kalıplarını veya tepkilerini değerlendirebilmek için en azından onun bazı özelliklerinin farkında olmalıyız. Aksi takdirde yanılma payımızın olabileceğini gözardı etmemeliyiz.
Diğer taraftan bir konu hakkında veya iletişim hâlinde olduğumuz insanlar hakkında bildiklerimiz ancak sınırlı olabilir.
Einstein “önyargıları yıkmak atomu parçalamaktan zordur” der. Gerçekten de öyledir. Nitekim hiç tanımadığımız insanlar veya vakıf olmadığımız konular hakkında yaptığımız olumsuz yorumların temelinde önyargılar yatmaktadır. Bazı insanlar için ise bunun biraz daha karmaşık hâli olan haset duygusu bu önyargıların alt yapısını oluşturmaktadır.
Bugün toplumsal fay hatlarının temelini oluşturan da yine bu önyargılardır. Karşı mahallede yapılan doğru ve yerinde uygulamaların dahi kabul görmemesi, ‘bu işte bir bit yeniği vardır’ anlayışı inanın bizi güzel yerlere taşımayacaktır. Unutmayalım, aynı şeyleri düşünmek zorunda değiliz ama aynı topraklarda yaşamak zorundayız. Aynı şeylere inanmak ve hatta aynı çözüm yollarını uygulamak zorunda da değiliz ama aynı sonuçlara birlikte katlanmak zorunda kalabiliriz.
Buna göre karşılaştığımız her mevzuda yorum yapmak veya bir kanaat geliştirmek hakikat talebesine yakışmayacaktır. Zira bu kanaatlerimizin önyargıdan öte bir anlam ifade etmesi şans faktörünü barındırmaktadır. Yani her zaman yanılma payımız bulunmaktadır.
Dolayısıyla hayata ilişkin pişmanlıklarımızın temelini ve hatta çoğunu insanlara ilişkin yanılgılarımız oluşturmaktadır. Bu yanılgılar önyargılardan kaynaklanabileceği gibi ön kabullerden de olabilir. Yukarıda insanları doğru ve eksiksiz bir şekilde betimleyebilmenin zorluğundan bahsetmiştik. O halde pişmanlıklar yaşamamak için insanlardan beklentilerimizi düşük tutmamız (ön kabullerden kaynaklı hatalar için) ve insanın saygıya değer bir varlık olduğunu (önyargılardan kaynaklı hatalar için) unutmamamız işe yarayacaktır.
Sözün buradan olarak bir insanı yanlış değerlendirmenin haddi aşmak olduğunu da unutmamalıyız. Çünkü bir insana ilişkin hatalı kanaat geliştirmek o insanın hakkına ve hukukuna girmek anlamını taşımaktadır. Haddi aşmak ise hakikate ulaşmamıza engel bir durumdur. Eğer bilmeden yapıyorsak bu gaflettir. Ancak bunun farkındaysak işte bu iftiradır ve iftira ise hakikati gizlemek yani dilsiz şeytanlıktır.
Peki insanları doğru değerlendirebilmenin ölçüsü nedir? Aslında herhangi bir insanı doğru değerlendirebilmenin ölçüsü, o insanın ne yazdıkları ne de konuştuklarıdır; ölçü, yapıp ettikleri yani yek diğerine veya olaylara karşı koyduğu tavırları ve muameleleridir. Bununla birlikte isabetli değerlendirmeler yapabilmek için bu tavırların ve muamelelerin sebebini de bilmek zorundayız. Aksi takdirde yine işimizi şans faktörüne bırakmış oluruz ki bu da hakikat talebesine yakışan bir tavır olmayacaktır.
Aziz okur, konuşmak ve yazmak bağlayıcı tarafı olan iki farklı eylem olup bunlar düşünce ufkumuzun birer ürünü niteliğindedir. Konuşmak ve yazmak kolaydır bunu yaşama geçirmek ise zordur. Mücadele ister. İşte hakikat talebesi olmanın zorluğu da buradan doğmaktadır. Bütün gayem okuduklarımla ve dinlediklerimle düşünce dünyamda şekillendirdiğim hakikat talebesi olabilmektedir. Dilime pelesenk ettiğim duam ise “Allahım lütfen ve keremen bana yazdığım ve konuştuğum insan olabilmeyi nasip et” şeklindedir.
Âmin…
Bâki selam ederim.