Çocuktum, dün gibi hatırlıyorum. Çocukluğun ve ergenliğin vermiş olduğu heyecanla konuşuyordum. Malum o yaşlarda dünyayı değiştirebileceğinize inanırsınız ve bunun ancak kendinizi ait hissettiğiniz ideolojik argümanlarla gerçekleşebileceğini düşünürsünüz...
Rahmetli babacığımla bu minvalde konuşurdum. Tanıyanlar bilir babam okuyan ve entelektüel tarafı ağır basan birisiydi. Bu heyecanlı konuşmalarımın birinde “Oğlum her ne olursan ol, asla hiç kimseye aklını kiraya verme” demişti. Aklını kiraya vermek ne demek diye sorduğumda, ‘yani hiç bir ideolojiyi veya düşünceyi körü körüne savunma, duyduklarını, okuduklarını aklınla ve vicdanınla tart’ diye cevap vermişti. Bundan sebeptir ki bizim ailemizde hiç kimseye kiraya verilmiş akıl yoktur. Çok şükür...
Benim hayatta övünebileceğim bir şeyim varsa o da şükürler olsun ki onun tek bir sözünü yerde bırakmadım. Yap dediğini yaptım, yapma dediğini yapmadım. Doğrusu ondan hakikatten başka bir şey işitmedim ve geriye dönüp baktığımda iyi ki öyle yapmışım dediğim çok şeyler yaşadım. Dolayısıyla merhum babacığımın bu uyarısından sebep hayatımda yanar döner olmadım, inanmadığım ve doğru bulmadığım hiç bir şeyi savunmadım. Hele körü körüne ve bağnazca tutunduğum hiç bir şey yoktur. En azından böyle olduğunu düşünüyor ve umuyorum...
Kendimden değil bana doğru davranış kalıplarını öğreten babacığımdan miras bazı şeyleri paylaştım ama asıl gelmek istediğim yer makalemizin başlığını oluşturan konu... Kimler dilsiz şeytandır?
Birkaç yazıdır adalet kavramını irdelemeye çalışıyorum. Bu irdeleme öyle sanıyorum fert-cemiyet bağlamında bir süre daha devam edecek... Ancak henüz fert temelinde bu sorgulamaları toparlayamadım...
İnsan ait olduğu toplumdan bağımsız değerlendirilemez. Bizim şahsiyetimizin ve dünyaya ilişkin duruşumuzun asıl kaynağı içinde yaşadığımız toplumdur ki bu manada bireyi öncülleyen ekollere pek sıcak bakamadığımı ifade etmeliyim. (Bu konuya ilerleyen yazılarda döneceğim.). Fakat meramım şudur ki haksızlık karşısında susanın dilsiz şeytan olduğunu bile bile, bir yerde bir haksızlık gördüğünde onu eliyle, gücü yetmiyorsa diliyle, ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz eden insanlar olmaktan nasıl vazgeçme noktasına geldik?
Bu yazı özelinde daha da önemlisi kendimize karşı nasıl bu kadar bağnaz hâle geldik ve kendimize karşı neden dilsiz şeytanlık yapıyoruz?
Bu konu çok önemli bir konu çünkü ideolojik bağnazlıkla baktığımız olaylarda hiç olmayacak meselelerde bile iktidarıyla muhalefetiyle olmadık iddiaları ortaya sürebiliyor ve savunma argümanlarına girebiliyoruz.
Toplumumuzun veya insanlığın temel değer yargılarını taşımayan bir kişiyi hangi canlı türü sınıflandırması altında kategorize edebiliriz? Hak, adalet, vicdan, dürüstlük bu kabilden değerler değil midir?
Kendimize gelmeliyiz, bir başkasından hak ve adalet çerçevesinde bize karşı davranmasını beklerken -ki yerinde bir beklentidir- kendimize karşı dürüst müyüz/dilsiz şeytan mıyız yoksa adalet üzere miyiz? Düşünmeliyiz...
Vicdan zayıfladıkça kendini kandırma güçlenir ve kolaylaşır. Vicdansız bir insan aynı zamanda dilsiz şeytandır. Hakikate ulaşmak gibi bir derdi yoktur. Ona göre hakikat, narsistçe tutunduğu benliği veya hakikat diye sarıldığı bağnazlıklarıdır. Kendisinden başka hakikat tanımayan birisinden haksızlığa dur çağrısı yapmasını da elbette bekleyemeyiz. Kendisine vicdanı olmayanın gayrısına faydası olur mu?
Bağnazdır çünkü hakikate erdiğini düşünmektedir. Oysa iki günü birbirine denk olan hüsrandadır düsturu insana her gün hakikate bir adım daha yaklaşma çağrısı yapmakta ve hatta bunu zorunlu kılmaktadır... Her gün heybesine güzellik katmayan ziyandadır...
Hakikatle vuslat talebeliğindeki ulaştığımız kavramlar tek tek ortaya çıkmaya başlıyor artık.
Devam edeceğiz…
Bâki selam ederim…