Mahalleler de terk edip gitti bizi.
“Mahallemiz” diyerek sahiplendiğimiz, içinde yaşadığımız, birbirimizi tanıdığımız ve acı tatlı günlerde ortak olduğumuz “bizim mahalle” vardı.
Kentleşmeyi mi yanlış uyguladı bu toplum; Batılılaşma denilen hastalığa kırk derece ateşle mi yakalandı, yoksa her türlü araçla dayatılan karma ve bozuk kültürü kendi öz kültürüne mi tercih etti, bilmem; ama maalesef aileden sonra toplumun en önemli temel taşı olan mahalleyi göz göre göre; kaybettik. Ne mahalleli, kaldı ne mahallenin namusu, ne mahalle büyüğü ne de mahalle delisi…
Mahalle Bakkalı şurada burada varlığını sürdürse de mesela mahalle arkadaşlığı kaldı mı? Öz kardeşi gibi birbirini sevip saydığı, koruyup gözettiği dostlar, nerede?
Mahallenin kabadayısı bile olurdu da kendi mahallesinin insanına yan bakmaz, tam aksine yan bakana duvar olurdu adeta…
Osmanlıdan kalma mahalle bekçileri vardı, özellikle hava kararmaya başlamasından sabah aydınlığına kadar mahalleyi gezen, asayişi sağlayan; iki de bir öttürdüğü düdüğü ile ‘Ben buradayım haaa’ diye haber salan Bekçi babalar…
Herkes herkesi tanırdı mahallede; ninesinden toruna, torununun torunundan dayısına, amcasına kadar yedi sülalesini tanır, sayar, hangi işi yaptığını, tahsilini, nerede yaşadığını, kiminle evli olduğunu, huyunu suyunu, içkisini, kumarını bilirdi. Varsa hatalı, işlenen bir ayıp ‘kol kırılır yen içinde kalır’ dendiği gibi mahallenin sınırlarını taşmazdı kolaylıkla…
Kızılcaoba Mahallesi Camii, Güneşli Mahallesi Camii gibi mahallenin camisi veya mescidi vardı; ya da Camii Hatip Mahallesi, Ali Bey Camii Mahallesi gibi mescidin veya caminin mahallesi. Osmanlı döneminden geçen asrın başına kadar mahalleler camilerin adıyla anılırdı daha çok. Bu camilerde mahalleli namazını kılardı, cenaze namazı kılınırdı. Devam edenlerden gelmeyen olursa nedeni araştırılır, bir derdinin, sıkıntısının olup olmadığı öğrenilir ve ona göre hareket edilirdi.
Mahalle camilerinde yabancı olan anında bilinir ve namaz sonrası cemaatin ileri gelenleri ilgilenir, misafirse, yolcuysa, muhtaçsa ona göre yardımcı olmaya çalışırlardı.
Dini bayramlarda bayram namazı kılanlar içinde mahalleli olmayanlar, cami çıkışında yalnız bırakılmaz, ille birileri koluna girerek “Bayram yemeğinde soframızı şereflendirir misiniz” türü gönül alıcı bir ifadeyle davet edilip evine götürürdü.
Tabut ve teneşir mahalle camilerinin uygun bir yerinde hazır bekletilirdi.
Nikâhlar burada kıyılır; nikâh şerbeti cami çıkışında dağıtılırdı millete. Mevlitler burada okunur, külahlar içine konmuş çerezler daha okunurken sağların arasında gezen görevlilerce dağıtılırdı.
Teravih de Mahalle camilerinde kılınırdı. Gelen gelmeyen belli olurdu. Herkes birbirini tanıdığı için teravih süresinde daha çok çocuklar, gençler hatta yetişkinler -bugün bile anlatılan- olmadık şaka yaparlardı da o ramazanın neşesi olurlardı adeta.
Mahallenin camisi olur da mahallenin imamı olmaz mı? O da vardı ve nikâhlarda, cenaze işlerinde, küskünleri barıştırmada, anlaşmazlıkları gidermede, üst makamlara mahallenin arzu halini iletmede öne geçerdi. Yemekli davetlerin de önde gelen misafirlerinden olurdu bu durumda; kutlamalarda, gezilerde bile yer alırdı çoğu zaman…
Mahallenin büyükleri olurdu, herkesin sayıp sevdiği, nikâhlarda, düğünlerde öne alınan; bayramlarda ziyaret edilip eli öpülen, anlaşmazlıklarda, şahitlik gerektirecek işlerde heyeti oluşturan…
Mahalle mektebine yetişemedik; ama biz ilkokula başladığımızda sanki eski anlayışa uygun olarak yapılmış gibi her mahallede bir ilkokul vardı. Daha ilk istiklal Marşı töreninde hangi çocuk hangi sınıfta okuyor, öğretmeni kim hemen herkes bir bakmaya öğrenirdi.
Mahallenin oyun yeri bile vardı. O mahallede yaşayan çocuklar genellikle orada oynarlar, anne babaları oyuna giden çocuğunu ararsa orada bulurdu. Nevruz’da veya Hıdırellez’de ateş yakılacaksa bu oyun alanının ortasına yakılırdı; Çelik burada oynanır, maç burada yapılır, Abudamya, Löttük, Minevara (Mullavara), Süleke, Nesi var, Köşe Kapmaca, Saklambaç, Mık, Gosguç burada oynanırdı.
Mahalleli anlayışı vardı. Şu sokaktan, bu avludan geçen mahalleden biriyse “Haa yabancı dealmiş” gözüyle bakılır; ama mahalleli olmayan biri geçerse öyle bir “teh düşülürdü” ki ilk hatasında, ilk yan bakışında mahallenin namusu zedelenir korkusuyla mahallenin kabadayısı, mahallenin ileri gelenlerinden biri makul bir şekilde ikaz eder, uzaklaştırırdı; eğer hatasında ısrar ederse bir güzel mahalle dayağı yiyebilirdi…
Hepsinde olmazsa da mahallenin delisi de olurdu. O herkesi tanır ve zarar gelmeyeceğini bilirdi; herkes de onu bilir, korur, sever, asla alay etmez oynatmaz ve başkalarının zarar vermesine mani olurdu. E zaten o ‘deli’ bir avuç mahalledeki arkadaş ve komşudan şunun amcası/halası, bunun oğlu/kızı, ötekinin dayısı/teyzesidir…
Mahallelerde evlerin de çoğu birbirine sırt vermiş, bir dayanışma içinde olduklarını ilan eder gibi bitişik yapılırdı. Aralarındaki sokaklar bir kulaç geniş olurdu ancak. İkisinin üçünün penceresi bir avluya bakabilirdi.
Kapı komşusu kavramı yer etmişti, yani “Bize en yakın olan komşu” demek olan. Hem fiziki olarak en yakın hem de sırdaş, arkadaş, sohbet, çay-kahve, oyun, gezi, eğlence arkadaşı olarak en yakın…
Bu mahalle anlayışı kendiliğinden bir komşuluk doğururdu. Akraba olmasa da akraba kadar, hatta bazıları akrabadan da öte dost, arkadaş ve güvenilir insan olan komşuluğu… Cenaze olur koşarlar; sofralı gelirler, taziye boyunca her türlü yardımı yaparlar. Düğün dernek olur eğlencenin de önündedir, zahmetinin de. Kurban kesilince, diş hediği kaynatılınca, peynir basılırken, kavurma yapılırken, ekmek edilirken, bulgur kaynatılırken ille hepsinden de konu komşuya dağıtılır, tattırılır onların “Bereketli olsun, Allah kabul etsin” gibi bir duası alınırdı. Aslında bu bir anlamda da “Komşular gözünüz bizde kalmasın, kaygılanmanıza gerek yok; bakın biz bu, bu ihtiyaçlarımızı gideriyoruz…” demektir de…
Şimdi mahalle şöyle dursun aynı apartmanda karşı karşıya veya altlı üstlü oturanların pek çoğu birbirini tanımıyor bile. Nasıl ve neden tanıyabilirler ki, yirmi yıl, otuz yıl, kırk hatta elli yıl hiç görmediği tanımadığı insanlarla bir araya gelip ‘komşu’ olmuşlar. Dededen, babadan itibaren birbirinin iliğine kadar tanıdığı, oynadığı, okuduğu, şakalaştığı, sevdiği, dövüştüğü, hısım-akraba olduğu, acı tatlı günlerinde ortaklaştığı, güreştiği, sayısız maddi manevi derdi veya mutluluğu paylaştığı; birlikte kar kürediği, mahalleyi savunduğu, mahallelisine yardım ettiği insanların komşuluğu nere, daha dün birbirini görüp yan yana veya alt alta oturunca ‘komşu gibi olma’ nere?
Dedik ya mahalleyi yitirdik diye. Mahalle ili birlikte nice değerimizi, kültürümüzü hatta insani duygularımızı bile yitirmişiz de henüz haberimiz yok…
Şimdi, bir mahalle muhtarları kaldı yadigâr…