-Dikkat bu yazıda mahalli kelimeler kullanılmıştır-

Sizi bilmem ama şu an için “ömrünün çoğu gurbette geçenlerden” birisiyim. Bu günlerde “nerelisiniz yahut memleketiniz neresi” şeklindeki sorulara, zaman zaman gülümseyerek (o da son bir yıl içerisinde nereden peydah -ortaya çıkma- olduysa) “Başakşehir’in yerlisiyim 😊)))” diye cevap veriyorum. Muhatabım “nasıl yani!” dediğinde yahut der gibi yüzüme baktığında, “Vallahi, neredeyse bu ana kadar olan ömrümün yarısından fazlasını burada yaşadım” diyorum. 

Doğrusu çocukluk dönemim ve eğitim hayatımın Afşin İmam Hatip Lisesinden mezun oluncaya dek kadar olan döneminde Çoğulhan’da, sonrasında yani üniversite yıllarında Konya’da, 1991 yılından bu güne değin de İstanbul’dayım. Başakşehir’in yerleşime açıldığı (o tarihte ismi İkitelli Başak Konutları diye biliniyordu) 1997 yılından bu güne değin de burada ikamet ediyorum. Bununla birlikte memleketim (Kahramanmaraş, Afşin, Çoğulhan Kasabası) ve arkadaşlarımla yaşadığım tarihteki insanların hatıraları zihninde silinmez izleri olan bir dönem olarak halen yerli yerinde duruyor. 

Çoğunlukla bayramlarda, kimi zamanda düğün ve cenaze zamanlarında yolumuzun düştüğü melmekete (memleket) geldiğimizde, en fazla üç-beş gün kalıp sonra geriye asıl meşgalemizi sürdürdüğümüz yere Şehristanbul’a dönüyoruz. Malum yaşadığımız İstanbul şehri sürekli bir koşturmaca ve tüm ahalinin (halkın) aynı anda bir yerlere yetişmeye çabalamasından dolayı adeta yaşamaya vakit bulamadığımız bir yer hüviyetine bürünmüş durumda. 

Nedense, memlekete gittiğimde, günlük konuşmalar içerisinde özellikle yaşlıların ve bizim taydaşlarımız (akran) tarafından halen kullanılan yahut çocukluğumuzda daha sık duyduğumuz mahalli kelimeler zihnime üşüşüyor. Yerli yersiz, sanki o sözcükleri cümle içerisinde kullanmaya özel ilgim varmış gibi konuşma içerisinde telaffuz ediyorum. Bu kelimeleri bizim çocuklarımızın akranlarının çoğu ya hiç duymamış yahut bazılarını duysa bile anlamlarını bilmiyorlar. Hatta bana sizin diliniz galiba “Çoğulhanca” diye takıldıkları da oluyor…

Oysa bizim bölgenin mahalli kelimeleri olmasına rağmen ülkemizin başka bir şehirlerinde de bu sözcüklerin aynısı yahut bir harf farkıyla söylenen şekli var. Mesela bizde küçük soğan fidesine “kıska” denilirken, Malatya bölgesinde bu fideye “tıska”, “dahra”ya da “dehre” deniliyor. Dahası kimi mahalli kelimeler Türk Dil Kurumu’nun internet sitesinde de kayıtlı. Bu kelimelerin başka bölgelerde kullanılanlarının bir özelliği de bizim çevrede o sözcüğe yüklenen anlamlar dışında daha farklı manalara da geliyor olması. Bu ve benzeri sebeplerle nereden estiyse zihnime konuya dair bir yazı hazırlama hevesine kapıldım…

Tabi yazının başlangıcından beri aklımda tuttuğum ve unutmamak için acaba hangi aşamada konuya dahil etmeliyim diye düşündüğüm bir hususta, rahmetli Kazım Emmi’nin, motorunun (traktörü) Berçenozü (Berçenek Özü) civarında çamura saplandığında, sinirlenip bir taraftar şoförünü zavırlayıp (azarlamak) öbür taraftan elindeki kürekle traktörün arka tekerleğine, yahut çamurluğuna vurduğuna dair anlatım olduğunu söylemeliyim. 

Ancak bu olaya bizzat şahit olmadığım için konuyu dinlediğim komşuların olayı oşartması (abartması) da olabilir. Traktörün şoförü (hani gençler için söyleyeyim de bir kıyağım olsun, bu kelime sürücüsü anlamına gelirdi) dedimse de çocukluk yıllarımızda özellikle yaşlıların “hızmekâr” diye isimlendirdikleri çalışan; evin bağ bahçe, traktör kullanımı, şehirdeki işleri, -kimi zaman ahırdaki hayvanların yemlenmesi de dahil-, evin neredeyse tüm tamirat ve tadilat vs de dahil tüm işlerini, hane halkıyla (aile bireyleriyle) birlikte yapardı. Bu çalışanlar yıllık belli bir ücret karşılığı işe alınır ve yaklaşık olarak da o senenin mart-aralık döneminde ortalama on ay civarında tüm mesailerini yanında çalıştıkları kişinin yukarıda kısmen sayılan işlerine hasrederlerdi. 

Tabi bu hızmekârın mesainin, günlük on bir saat civarında olduğunu ve bugünkü anlamda hafta tatili, ulusal bayram, genel tatil demeden çalışıldığını, iş mahkemelerinde buna UGBT diyorlar ya onu da bizmet okuyucular sorup öğrensinler söylemeliyim. Hatta kimi okuyucular belki inanmayacak ama 1 Mayıs günleri bile çalışırlardı😊))) Bu döneme rastlayan sadece Ramazan ve Kurban Bayramlarının (o da en fazla ilk günü) mesai yapmadıklarını da hatırda tutmak lazım. Lakin haklarını yemeyelim öyle ev sahipleri vardı ki hızmekârlarını kendi oğullarından ayırmazlar, yediklerinden yedirir, giydiklerinden de giydirirlerdi. 
Konuyu dallandırıp budaklandırmadan yazının başlığı olan “Başka Koolülerin (köylülerin) Aklı mı Olur” cümlesine dönecek olursak. Kesin bir bilgi sahibi olmamakla birlikte tahminim odur ki, kasaba, köy ve mezra gibi gibi küçük yerleşim yerlerindeki topluluklar, kendileri pek farkında olmasa da bir anlamda “azınlık psikolojisine” sahiptirler. Bu hâl önce köydeki her ailenin sadece kendisini ve sülalesini beğenmesi,  sonra da dışarıya yani çevre köy ve kasabalılara karşı, kendi köylülerinden hâl ve hareketlerini, sözlerini beğenip takdir etmek, başkalarını beğenmemek şeklinde tezahür ediyor gözükmekle birlikte, sanki özünde kısmen de olsa bencillik bir ölçüde de kibir hâli taşıyor düşüncesindeyim. 

Bizim kasabada çocukluğumuzda daha ziyade dede (büyükbaba) ve ebelerimiz (babaanne-anneanne) günlük konuşmalarında, zaman zaman deyim olarak kullanılmakla birlikte, anne ve babalarımızın da kendi büyüklerine göre seyrek de olsa telaffuz ettiği, bugün bizim gibi yaşı ellibeş civarında olanların ise onların konuşmalarında geçmesi sebebiyle duyduğunda anlayıp ne manaya geldiğini bildiği ve şaka yoluyla da olsa dillendirdiği deyimlerden(!) birisi de “başka köylülerin aklı mı olur!?” şeklindeki cümledir. 

Öyle ki bizim Çoğulhanlıların, kendi kasabamızda herhangi birisinin yaptığı, sıradan, günlük hayata dair yanlış bir davranış yahut sözü hoş görmesine rağmen, aynı eylem ya da ifadeyi başka bir köylü (yani kendi kasabamız dışındaki diğer yerleşim yerleri sakinlerinden herhangi birisi) tarafından yapıldığında ise otomatik olarak “ne olacak, başka köylülerin aklı mı olur” diye tepki verdiğini ben de hatırlıyorum. 
Bu cümleyi sık kullananlardan birisi de bizim komşumuzdu. Başkalarından da duymakla birlikte sanırım yakın zamanlarda sık telaffuz ettiği bu basmakalıp cümleyi işiten komşumuzun kızı annesine: “ana iyi diyon (diyorsun) güzel diyon da, biz de o köylülere göre başka ‘köylü değil’ miyiz. Onlar da bize ‘başka köylülerin aklı mı olur’ demezler mi?” şeklindeki sorusuna annesi: “kızım onların aklı mı var ki (düşünüp de) böyle desinler?” şeklinde cevap vermiş. Görüldüğü gibi bu cevap, saçma olmakla birlikte kendi içerisinde bir hayli de tutarlı...
    Bu arada yazıyı yayımlanmadan önce gören Büvetli Öğretmen Ülfet ablamız, “Sezai Bey, yıllar önce biz de dağ köylerinde öğretmenlik yaparken, onlar da  ova köylülerinin aklı mı olur” derlerdi demez mi? Meğer bu köylüler birbirlerini hiç beğenmezlermiş!...

Bu arada, malumunuz Çoğulhan’da idari anlamda artık bir mahalleye dönüştü. Zira Kahramanmaraş İl Belediyesi 2014 Mart Seçimleriyle birlikte Büyükşehir Belediyesine dönüşünce, vilayet sınırları içerisindeki tüm belde belediyeleri kapatılıp, daha önce bağlı bulundukları kazalarına (ilçelerine) mahalle oldular. Böylece bahse konu olan büyükşehir yapılanması nedeniyle dört mahalleden oluşan Çoğulhan Kasabası (ki 1971 yılında Belediye Teşkilatı kurulmuştu) tek bir mahalleye dönüşüp ismi de “Çoğulhan Mahallesi” olarak değiştirildi ve böylece Afşinimizin kapatılan belediyeleri gibi tek bir mahalle olarak Afşin ilçemizin bir mahallesi oldu. 

En son bıldır (geçen yıl) kurban bayramında gittiğim kasabamıza bu sene de Ramazan Bayramı nedeniyle uğramak nasip oldu. Uğramak diyorum zira çoğunlukla saatlere sığan ve artık tam bir gün kalamadığım mahalleme gidip, bibim (halam) emmim ve dayımlarla bayramlaştıktan akşam üzeri Şeher’e (Elbistan’a) dönmek durumunda kaldım. 

Zira Çoğulhanlıların çoğunluğu gibi bizim akrabalarımızda artık Elbistan’da yaşıyorlar. Çoğulhan’da kurulu olan Afşin Elbistan Termik Santralının eski teknolojiyle inşa edilmesi nedeniyle, çalıştığında çevreyi kirleten yapısı ile özellikle 2007 ve sonraki yıllarda ahalinin çiftçilik yaptığı arazinin istimlak edilmesi nedeniyle kasabamız adeta boşaldı. Arazilerinin kamulaştırma bedelini alanlar taşındıkları (az bir kısmı Afşin’e diğerleri ise Elbistan’a yerleştiler) ilçede, ticarethane işletmeye yahut esnaf faaliyetine başlayıp, yahut ev ya da işyeri satın alıp oraya yerleştiklerinden artık kasabaya fazla gelmez oldular. 
Şeher demişken liseli yıllarımda (Allah kendilerine asan ömür nasip etsin) Afşin İmam Hatip Lisesinde, felsefe ve mantık derslerimizin öğretmeni olan (kendileri şu an Kilis 7 Aralık Üniversitesinde Profesör olup  Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır) Necati Demir hocamdan duyduğum bir anekdotu da yazmadan geçemeyeceğim. Vaktiyle adı “Efsus” olup, Elbistan ilçesine bağlı nahiye iken, 1944 yılında kaza (ilçe) yapılarak ismi de “Afşin” olarak değiştirilen (Resmi Gazete’nin 08.08.1944 tarih ve 5777 sayılı nüshasında yayımlanan 02.08.1944 gün ve 4642 sayılı kanunla merkezi Efsus olmak üzere Afşin ilçesi kurulmuştur) ilçe merkezi olması üzerine, Efsuslu bir hemşehrimiz Elbistanlı bir ahbabına, “Albıstan (eskiler Elbistan kelimesini “Albıstan” olarak da telaffuz ederdi) şeher, şeher amma şimdi Efsus da şeher oldu” diyormuş…

Tabi Çoğulhan’dan Afşin ya da Elbistan’a taşınanların bir kısmı kasabadaki evleri dayalı-döşeli tutuyorlardı ki 06 Şubat Depremiyle 147 kerpiş ev ağır hasar tespitiyle şu an yıkılmış vaziyette.. Özellikle yaz aylarında ya da bayramlarda gelip birkaç gün kalıp tekrar asıl yaşadıkları kazaya (ilçe) dönüyorlar. Bu sebeple bayramdaki ziyaretleşmeler de biraz da bu sebeple hızlıca oluyor. Nitekim bizim gibi bayramlaşmaya gelen (ilçede oturduğundan olsa gerek komşularıyla bayramdan bayrama görüştüğü anlaşılan) komşusu Iraz Teyze’ye “Hacı Osman nerede” diye sorduğumda; “Debiyak (biraz önce) buradaydı. Şimdi nereye getmiş (gitmiş)!.. Tama (hatırla, bilirsin ki) horantası Hatçe (hanımı Hatice) benim emmideşim (amca kızı) ya, onunla bayak (az önce) acık (biraz) oturup şor verdidik (sohbet etmek, konuşmak) o vakit burdaydı” diye cevap veriyordu Iraz Teyze. 

Bir de bayramlaşma, düğün dernek gibi insanların topluca bir araya geldiği zamanlarda, bazı evlerde hassaten hane sahibinin çok kısmık (cimri) olmasından mıdır nedendir anlayamadım, kolonya ve şeker tutulurken avcunuza (avucunuza) neredeyse bir ya da iki damla düşüyor yahut düşmüyor. İster istemez belli ki bir kolonya şişesiyle üç beş yılın bayramını idare etmeyi (geçirmeyi) hesaplıyor bu gibi pahıllar (cimriler) diye düşünüyor insan. 

Öte yandan bazı komşularımız var ki acaip totabalık (aşırı iltifat) ediyorlar sizi görünce. Onların bu halleri ise insanı adeta bunaltıyor. Lakin bu hal sizinle çok seyrek karşılaşmalarından da kaynaklanıyor olabilir. Acaba eskiden de böyle miydi bu teyzeler diyorum içimden. Öyle ki, anne ve babamızı hatta dede ve ebemizi de hayırla yad ediyor ve bizim bile unuttuğumuz özelliklerini anlatıyorlar. Bir çok kişinin babam için “Ali nasıl dı ki, O şomisilliydi (Onun gibi iyisi yoktu, eşi benzeri yoktu vs.) dediğini de hatırlıyorum. Bu durum da yaşlılarımızın günümüze göre daha hatırşinas (hatır gönül bilen) olduğuna dair kanaatimi pekiştiriyor. 

Bayram münasebetiyle bibimi de (hala) ziyaret ediyorum mahallemizde. Bibim bizi ne zaman göre acaip sevinir. Oğulları, kızları ve bunlardan olan torunlarının hepisi bayramda evini şenlendirirler. İsimlerini söylerken çoğu kere karıştırır, mesela oğlu Recep’e seslenecekken, “Kadir, Sadullah, Fatih amaaan adı akla gelesice Recep” diye çağırdığı da olur. Ne zaman Çoğulhan’a varsam, bibimi ziyarete ettiğimde kısa bir süre eğleşip (o da genelde 10-15 dakika) ayrılmak için izin istediğimde “sen gene ataş almaya geldin heralda (herhalde). Bıldır (geçen yıl) da böyle gelip gettin (gittin)” diye takıldıktan sonra “otur bir çoban aşı (yağda kavrulan soğan, yeşil biber ile mevsimine göre domates yahut salça ve patates ilavesiyle pişirilen bulgur pilavı) pişireyim de yiyek” der. Ben de genellikle çoban aşının hazırlanması vakit alacak diye bibimin bu teklifini reddeder ve yanından ayrılırım. 

Bu sene öyle olmadı tabi. Bibimgile vardığımda evin örtmesinde (tek katlı müstakil evinin -iyi de köyde çoğunlukla evler zaten müstakil ve tek katlı değil mi!- ana girişindeki balkonvari yer) açılı (serili) olan sofrayı görür görmez (ev sakinleri evin içerisinde olduğu için) kimseye geldiğimi duyurmadan sofraya oturup yemeklerin tadına bakmaya başladım. Bu arada dış kapısı açık olduğu için evin içinde dolaşan halamın sesini duyuyorum. Geldiğimi fark etmediğinden olsa gerek çocuklarını ve torunlarına, “hadi sufraya, yemeği soğutmayın” diye çağırıyordu. 

Tabi örtmeye çıktığında sufranın (sofra) başında yemeğe başladığımı görünce pek sevindi. Ben bir taraftan yemeğe devam ederken diğer taraftan da bibime, “bibi sen de Fadime Anam (babaannem) gibi çok pahılsın (cimri) kaç senedir evine gelip gidiyoz da bize yemek bile vermiyon” dedim. Hemen sözümü keserek “Dur hele Fadime Anan pahıl daaldi ki (değildi ki) o kıtlık zamanını (sanırım 1930-1950 yıllar için söylenen bir söz) görmüş de o sebeple idare ederdi (ölçülü davranırdı) dedi. 

Bibime takılmak için, “Çocuklarını ve torunlarını böyle başına toplayıp da çok cibeltme (şımartma) biraz da biz yeğenlerini gör” dediğimde, “Sen de amma oşardıyon (abartıyorsun) demez mi, şaşırdım kaldım doğrusu. 

Aslında ben bibime takılmak isterken, çocukluğumuzda bazı komşuların cimri olduğunu iddia ederek babaannem için,  “çok pahıl” dediklerini bildiği için böyle bir cümle kullanmıştım. Meğer bir gün önce de Ramazan Amcam halama cimrisin diye takılmış. Biraz da amcama o sözlerinden dolayı kızgınlığını bana duyururcasına, “Dur hele dün de Emmin Iramazan (Amcan Ramazan) böyle dedi. Ben hiç pahıllık etmem ki! Soframız hep kalabalık olur” şeklindeki sözlerine karşılık olarak, “Hala senin altı çocuğun var, bunların hepiciği de (hepsi) bayramda evine geliyorlar. Torunlarını da sayınca zaten evdekilerin sayısı 20’yi geçiyor. Yani senin kalabalık dediğin, çocukların ve torunlarından başkası değil ki!.. Bizi yeğenlerini de el (yabancı) görüyorsun” dedim. “Dur ula (dur hele) hemen bana gızma (kızma)” dedi. 
Bibim haliyle şimdi yaşlanmış vaziyette olsa da, kendi akranı şehirli hanımlara göre en az 10 yaş daha genç gözüküyor. En küçük çocuğunun yaşı 40 civarında. Tabi altı çocuklu birisinin en küçüğünün yaşına bakarak halamın doğum tarihini hesaplamaya çalışırsanız yanılabilirsiniz. Bunu ilçe nüfus müdürü Tozlu (Ramazan bey) da bilemez. Zira halam kendi dönemindeki bir çok genç kız gibi 15-16 yaşında evlendirilmiş birisi. Haliyle yaşını 65-70 civarında diye tahmin ediyorum. 

Herkesin bildiği gibi artık Anadolu coğrafyasının neredeyse tüm kasaba ve köylerinde, üretim ve sosyal hayat eskiye göre tanınmayacak şekilde değişime uğradı. Mesela kasabamız Çoğulhan’da eskiden her evinde beslediği ve aile efradının, süt, yoğurt, ayran, peynir ve tereyağı ihtiyacını karşıladığı inekleri olurdu. Şimdi bu şekilde hayvancılık yapılan yerler neredeyse hiçbir bölgede yok gibi.

Hatta hali vakti yerinde olan (1980’li yıllarda orta halli denilirdi) komşularımızın camızları (manda) da vardı. Benim hatırladığım kapı komşularımızdan Hamoların Ali Emmi ile Çiçekli Kadir Emmi’nin de camızları vardı. Kadir Emminin pek uysal olan camızının boynuna oğlu Emrullah abi hayvanları yaymaktan (hayvanların merada otlatılması) getirirken binerdi.

Bu günler çoktan geçti artık. Ne kimsenin evinde besledikleri tavuk ve horozlar için pinnik (kümes) kalmış ne de inek ve mandaları için ahırları var. Ahır demişken büyükbaş hayvanları olan kasaba halkının evlerinin bitişiğinde ahırları bu yerlere bir kapı ile bağlanan kevüklükleri (samanlık) de artık boş olarak duruyor. Hatta bu ahır ve kevüklüklerin arıstaklarındaki (tavan) hezenlerin üzerine binen merteklerin (bu iki kelimeyi açıklayacak sözcükleri de yazmıyorum işte!) arasına yaba, tırmık ve dirgenlerin konulduğu yerlerde artık boş…

Peki, bizim Çoğulhanlıların kullandığı ve İstanbul Türkçesinde yer almayan kelimelerin hepsi yazı içerisine serpiştirilenlerden mi ibaret derseniz, elbette öyle değil. Sadece daha uzan bir metin olmasın diye bu kadarını yazdım!.. Geriye kalan kelimeleri de kısmetse başka yazılarda kullanmak için bir kenarda saklıyorum. 

Lakin Afşinli Şiir Üstadlarımızdan, Hayati Vasfi Taşyürek’in, bölgede kullanılan mahalli kelimelere yoğun olarak temas ettiği; 

Yemeniye ‘’kelik’’ yoğurda ’’ katık’’
Bulgur pilavına ‘’aş’’ derler bizde
Genç horoza ’’celfin’’ pilice ’’ferik’’
Kümese yollarken ‘’kiş’’ derler bizde... mısralarıyla başlayan “Lügatçemiz” adlı şiirini okumanızı tavsiye eder, esenlikler dilerim efendim…