Şimdiki bebelere ve annelerine bakıyorum da “Naadar da şanslılarmış yavrım…” demekten kendimi alamıyorum…
Bir defa kullanılıp atılacak hazır bezler, pudralar, kremler, giysiler, envaı çeşit mamalar, oyuncaklar, ilaçlar, doktorlar…
Küçük kardeşimiz Akif’in doğumundan ya dört ay geçmişti, ya da beş ay; sanıyorum nisan ya da mayıstı. Bir gün annem kapı önüne çıkıp, beni mahallede oynarken çağırdı. Elinde bir keser ile beyaz bir torba vardı. Koşarak yanına geldim. Böyle anlarda çocukların öfkeyle hatta sokranarak çağırana doğru koşması, ne diyecekse bir an önce desin de oyunuma tekrar döneyim anlamına gelirdi.
- Ne diyon gı? Tez…
- Oolum, hadi mezerlea get, yola yahın yerinden getirebilecean gadar toprak getir.
Oyunun yarı kalmasına mı yanayım, Ulu Cami’nin oradan ta mezarlığa gitmek zorunda kalacağıma mı, öylesine bakınıyordum. Annem devam etti.
- Oolum, kardeşiyin altı bişer soona tama, gırmızı toprak getir ki öllük edek. Öllüü galmadı.
Seslenmedim. Öfkemi, isyanımı belli etmemeye çalışarak elindeki torbayla keseri aldım ve yürümeye başladım. Annem arkamdan yapmam gerekenleri sıraladı:
- Toprağın şeyle daşsız yedinden olsun. İçindeki güccük daşları bile ayıkla da eyle torbaya goy, boşuna daşımış olun. Şeyle bulgur bulgur olsun haa…
Kardeşim Akif ile aramızda beş yaş var. Yani o zaman ben beş buçuk yaşında bir çocuğum ve mezarlığa gitmem, oradan eve kadar toprak getirmem gerekiyordu.
Gittim. O zamanlar Gariplik’in çevresindeki duvarlar, ağaç falan yoktu. Mezarlıkta bir tane bile ağaç yoktu, desem yanlış olmaz. Battal Köprüsü’ne doğru uzanan yol (o zamanlar halk şose derdi) şimdiki kadar enli değildi. Yoldan mezarlığa çok hafif yokuşu olan arazide yürür gibi girilirdi. Yola çok yakın kesimlerde eski birkaç mezardan başkası yoktu. Keserle bir şurayı bir burayı biraz kazdım, taşı az, rengi koyu olan bir yeri beğendim. On on beş keserlik eşiyordum, biriken topraktaki taşları büyüklerden başlayarak kenara atıyordum. Sonra en üstüne avuçlarımı koyup, hafifçe bastırarak toprağın üstünde daireler çizerek gezdiriyordum. Bir süre sonra toprağa karışmış taşlar avuçlarımın altında toplanıyordu; onları atıp aynı işlemi birkaç kere yapıyor, toprağın taşlardan arındığına aklım keserse avuç avuç alıp torbaya koyuyordum.
Bu işlem zaman alıyordu, yorucu oluyordu; ama annemin istediği gibi toprağı elde ediyordum. Hem de çok götüreyim ki bir daha beni göndermesin, ya da geç göndersin diye düşünüyordum. İki de bir torbayı kaldırarak ağırlığını kontrol ediyordum. Daha ağır olursa götüremem diye düşününce ‘yeter’ dedim. Keseri de içine koyduğum torbayı kucağıma aldım ve taş ve kara betonla yapılmış çocuk içi yapılmış olduğu belli bir küçük mezara kadar taşıdım. Üstüne koyup sırtıma aldım ve dönüş yoluna geçtim… Bu mezarı daha sonra da çok gördüm. Üzerindeki betonda “Jandarma Komutanı Abdulkadir Okyay’ın oğlu Gürel, 1933-1938” yazıyordu…
Mezarlığın güney taraf aşağı köşesinin karşısında dar bir yol vardır ve bu Ceyhan nehri üzerindeki “Hanifi Hoca’nın Köprüsü” dediğimiz köprüye çıkardı. Orayı geçince Berber Hüseyin’in evinin (Aslında bu ev Çanakkale’de 57. Alay’ın kumandan vekillerinden Şehit Yarbay Şevki Bey’in doğduğu, yani babası Nail Efendi’nin evinin yeridir.) dibinden başlayan daracık Hatip Sokak beni mahallemin kenarına çıkartırdı.
Burada sokağın ve sonra meydanın çevresinde oturanları sıralamak ve ölenleri rahmetle kalanları sağlık ve uzun ömür dileklerimle anmak istiyorum: Ceyhan tarafından girince sokağın solundaki evler; Berber Hüseyin’e, Hatipler’e, Öğretmen Şükrü Özel’e ve Öğretmen Fatma Güneşoğlu’na aitti. Sağdakiler, bir boşluktan sonra Köşker (Sıvakçı) Recep Katkaya’ya, (aradaki evin sahibini hatırlamıyorum) sonra Yavan Hasan (Başaran)’a ve Singer Süleyman Köker’e aitti.
Sokağın bitiminde küçük bir meydanlık vardır. Burası eskiden cami yeriymiş. “Danalı Camii” adında bir caminin olduğu söylenir. Çevresinde de Hatip Sokak’tan meydana girişe göre sol köşede Fatma Güneşoğlu’nun, bitişiğinde Poturların gelini Terzi Nebaha’nın, onun bitişiğinde Fesikirli İbrahim Ağa’nın, karşısında Saraçlardan Öğretmen Hamdi Bey’in, onun bitişiğinde Duvar Ustası Müslüm Yapıcı Usta’nın, karşısında Gürov Ali’nin, sonra Bekteş (Hoca) Efendi’nin evleri vardı. Sağ köşede Süleyman Köker’in ve bitişiğinde de Tüccar Bektaş Arığ’a ait evler vardı. Bu evlerin ortasındaki boşluk meydanlıktı; aynı zamanda Hatip Sokak’tan gelip Ulu Cami tarafına giden Tap Hasan Sokak ile Kıbrıs Meydanı’ndan gelip Güneşli Camii’ne giden sokakların kesiştiği noktaydı. Tap hasan Sokak, bizim evin önünden geçerdi.
Hanifi Hoca’nın evinin meydana bakan güney duvarı iyi güneş alırdı. Eskiden yaşlılar bu duvara sırtını verip güneşlenirlermiş. Evlerden biri babasını, dedesini sorarsa, anası veya ebesi “Cami önüne bak, orada güneşleniyordur…” derlermiş. Oradaki caminin ne zaman yapıldığı, ne zaman yıkıldığı dahi bilinmediği halde buranın adı ‘Cami önü’ olarak anılagelmiş… Niye cami önü? Camilerin cümle kapısı kuzey tarafta olduğundan ve dibine çömelip güneşlenen Hanifi Hoca’nın duvarı kapının ön tarafı olduğundan…
Meydanı geçip Ulu Camiye ve oradan çarşıya kadar uzanan sokağımızda ilerlemeye başladım. Sağ tarafımda birbirine bitişik olarak Ahrazların Bekçi Ali (Bal) emmi ile Boynueğri Hafız Mehmet Efendi’nin evleri vardı. Sonra içinde bizim ve amcamların evlerinin olduğu hayatımıza giren çatal kapıya varılırdı. Sol taraftaki evler ise Nami Keriöz ile Dearmencilerin Mehmet Corcu’ya aitti. Değirmencilerin evi ile bizim çatal kapı karşı karşıyaydı. Kan ter içinde kalmıştım. Kapının iki yanında seki taşları vardı, torbayı onlardan birine koydum. Biraz dinlendikten sonra tekrar sırtladım ve merdiveni ısıl tısıl tırmanıp üst kata çıkardım. Örtmede annem geldiğimi görünce seartti ve sırtımdan alıp bir köşeye yığdı. Benim yüzümü sağ elinin baş ve işaret parmakları ile haifçe sıkarak “Aferim” dedi. Arkasından da “Yoruldun gadanı alıyım, bak aha şu iskembeye otur” demesi yok mu, dünyalar benim olduğu gibi bütün yorgunluğumu ve kızgınlığımı almıştı. Önceden hazır ettiği delikleri elekten büyük sarattan küçük bir kalbur ile çömelip elemeye başladı. Hani türkü var ya “Eledik eledim höllük eledim...” diye işte aynen öyle. Yalnız bizim beşiğimiz aynalı değildi. Çocuk yatınca gözlerinin hizasına gelen yere annemin bağladığı bir cıngırdak vardı. Beşiği sallarken çıkarttığı sesle uyurdu, kardeşim. Uyanınca da elleri çözüldüğünde uzatıp çıngırdakla oynamaya çalışırdı. Eledikçe, kalburun içinde kalan irileri bir kenara yığdı. Bitince bunları attı, diğerlerini geri torbaya doldurdu ve alıp içeri taşıdı…
Bu toprağı bir tepsi içinde ve göçmen sabasının üstünde biraz kavuracaktı. Böylece hem mikroplardan arındırılmış hem de iyice kurumuş ve çocuğun altında iken cocosunu yaptığında daha çok nem emecek kıvama gelecekti. Sonra sobanın arkasında, duvarın dibinde duran ve Öllük Kabı olarak kullanılan eski bir küpeciğe (küpün küçüğü) doldururdu… Burada sıcaklığını ve kuruluğunu korurdu. Böylece uzun zaman bebelerin altına serilecek öllük hazırlanmış olurdu.
-Devamı haftaya-