“Bana değmeyen yılan bin yaşasın” şeklinde meşhur bir atasözü var. Her ne kadar bizim kullandığımız bir atasözü olsa da patenti bize ait olmayan bir sözdür. Bizim düşünce yapımızın yansıtmayan ve yaşam şeklimize uymayan bir söylemdir. Bizim inancımıza göre haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.

            Haksızlık karşısında susmamak, onun ortadan kaldırılması için elimizden gelen çaba ve gayreti göstermek asli vazifelerimizdendir. “Emr-i bi’l-Ma’rûf Nehy-i ani’l-Münker” diye isimlendirilen bu vazife; güzel olan şeylerin emredilmesi çirkin olan şeylerin ise yasaklanmasıdır. Kişi durumuna ve gücüne göre gördüğü bir kötülüğü ortadan kaldırmaya çalışmalıdır.

            Sadece günahı işlememek yeterli değil, yapılan günahlar karşısında duyarsız olmamak ta gereklidir. “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Eli ile gücü yetmeyen dili ile buğz etsin. Bunda gücü yetmeyen kalbi ile buğz etsin. Bu da imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman: 78)  hadis-i şerifinde de ifade edildiği gibi kişi, durumuna göre müdahale etmelidir.  El ile müdahale otoritenin, dil ile müdahale ilim sahibi kimselerin, kalp ile buğz etmek ise halkın yapabileceği durumlardır denilir. Yapılan yanlışlar karşısında sessiz kalıyor ve kalpten de olsa ona bugz etmiyorsak iman bakımından çok sıkıntılı bir yerdeyiz demektir.

            Semud kavmi, mucize olarak Salih (as)’dan kayadan bir deve çıkarmasını istemişlerdi. Allah (cc) de onlara istedikleri mucizeyi göndermişti. Kavmin içerisinden dokuz kişi bu deveyi kesmişlerdi. Deveyi kesen dokuz kişi olmasına rağmen Allah (cc) o kavmin tamamını helak etmişti. (Neml: 48; Şuara, 157-158) Dokuz kişi doğrudan bu suçu işlerken diğerlerinin suçu ise yapılan bir yanlışa müdahale etmemiş olmalarıydı. Kendileri bizzat suça iştirak etmeseler de işlenen suça müdahale etmedikleri için aynen suçu işlemiş gibi cezalandırılmışlardı.

            İsrailoğulları bir sahilde yaşıyor ve balık avcılığı ile geçiniyorlardı. Allah (cc) imtihan gereği olarak cumartesi günü balık avlamalarını yasaklamıştı.  Cumartesi günü olduğunda balıklar sahile akın ediyor diğer günler ise denizin derinliklerine çekiliyorlardı. İsrailoğulları bu duruma fazla dayanamadı ve kendilerince bir çözüm buldular. Cumartesi denize girip balıkları ağın içerisine topluyor ve Pazar günü de ağları denizden çıkarıyorlardı. Bu şekilde kendilerince cumartesi yasağını çiğnememiş oluyorlardı.

Bir grup bu yasağı çiğnerken diğer grup ise yasağa uyuyor ve cumartesi av yapmıyorlardı. Fakat yasağı delmeye çalışanlara da bir şey söylemiyorlardı. Üçüncü grup ise “bu yaptığınız yanlış. Siz bu şekilde Allah’ı mı kandıracaksınız? Bu işten vazgeçin” diyerek yasağı çiğneyenleri uyarmaya çalışıyorlardı. Fakat onlar bu davranışlarından vaz geçmediler. Sonuçta ise cumartesi yasağını çiğneyen ve çiğnemedikleri halde onlara tepkide vermeyen iki grup en aşağılık şekilde cezalandırılmışlardı. (A’râf: 163-166)

Zikretmiş olduğumuz her iki örnekten de anlaşılacağı gibi yapılan yanlışlara susmak, onların karşısında sessiz kalmak o suçu işlemek gibidir. Sadece yanlış yapmamak yeterli değil onun yapılmasına engel olmak veya engel olmaya çalışmak ta gereklidir. Maalesef her geçen gün bu duyarlılığımızı kaybetmeye başladık. Yanımızda yapılan yanlışlara ufakta olsa bir tepki vermeden dönüp gider olduk. Yapılan haksızlıklara, zulümlere, ahlaksızlıklara ses çıkarmaz olduk.

Sonuçta engel olmaya çalışmadığımız zalimin zulmü, gün gelecek bizi de içine alacak. Yapılan ahlaksızlıklar bizi ve ailemizi de kuşatacaktır. Dünyada ve Ahirette karşımıza çıkacaktır.