Ömür, göz aydınlığı ile baş sağlığı arasındaki zamana verilen isimdir. Başlangıcı sürûr, sonu hüzün olan bu zaman dilimi, insan yaşamının temeline dair önemli bir soruyu gündeme getirir: “Ömür nedir?” Biyolojik açıdan, ömür, bir canlı türünün yaşam süresini ifade eden fiziksel bir süreçtir. Ancak insan, sadece biyolojik bir varlık olmanın ötesinde, ruhsal bir donanıma sahip olduğu için, ömrün anlamı tarih boyunca dinin, felsefenin, toplumun ve dolayısıyla insanın en çok tartıştığı konulardan biri olmuştur.
Evlenen çiftlere yuvalarında “bir ömür mutluluk” temenni ederiz. Sevdiğimiz birine dua ederken “ömrün ziyade olsun” deriz, çok kızdığımızda “ömür törpüsü gibisin, ömrümü tükettin” diyerek hüsranımızı anlamasını isteriz. Hatta öyle bir söz vardır ki “Allah ömrümden alsın, ömrüne versin!” Bu, sevginin ya da duyulan minnetin üst boyut ifadesidir. Bu sözlerden anlıyoruz ki ömür, artan ve eksilen yönleriyle, zaman ve mekanla ilişkili; pek stabil olmayan, bazen tümseklere tosladığımız, bazen de çukurlara düştüğümüz bir yolun adıdır.
Zaman, hayatın her anına nüfuz ederken, insanın bu dünyadaki varlığına anlam katan en temel unsurlardan biridir. Ancak zaman, yalnızca bir ölçü birimi veya geçici bir fenomen olmanın ötesindedir. Misalli Büyük Türkçe Sözlük’te zaman şöyle tanımlanmaktadır: “Olmuş ve olacak hâdiselerin birbiri ardınca cereyan edişinin düşüncemizde meydana getirdiği başı ve sonu belli olmayan soyut kavram, vakit.” Bu tanımdan anlıyoruz ki zaman soyut bir kavram. Bu durumda zamanı anlamlı kılan, somutlaştıran mekân ya da mekanlara ihtiyacımız var.
İnsan için zaman, doğum tarihi ve doğum yeri ile başlar. Memleketin kültürü, toplumsal normları ve gelenekleri zamanın algısını biçimlendirir. Memleket, sadece doğduğumuz yer değil, aynı zamanda insanın kimliğini şekillendiren, aidiyet duygusunu güçlendiren bir kavramdır. Fiziksel bir mekân olmanın ötesinde, memleket, insanın geçmişi, kültürel mirası ve anılarıyla iç içe geçmiş bir yerdir. İnsan, memleketinde aldığı ilk eğitim, kurduğu ilişkiler ve çevresindeki değerlerle büyür ve bu, onun hayatını anlamlandırmasında önemli bir rol oynar. Memleket, insanın ruhunda iz bırakan, ona yön veren bir harita gibidir. Memleket acıların, hüzünlerin, sevinçlerin hayat bulduğu, melekelerin yeşerdiği yerin adıdır.
6 Şubat Kahramanmaraş depremiyle başlayan yeni dönem bize bu üç kavramı yeniden öğretti. Ömrümüz, pamuk ipliğine bağlıydı. Ömür, zaman ve mekân içinde bir daire değildi. İnsan, gelişim süreçlerini sağlıklı atlatınca sağlıklı bir ömür sürmüyordu. Ömür, elimize verilen ip yumağı gibiydi. Elbette elimize verilen ipin bir ucu vardı ama bu yeterli değildi. Dışarıda kar yağarken, içeride sobanın başında ilmek atmayı öğrenmemiz gerekiyordu. Bir ters bir düz. Tıpkı Hz. Hacer’in say etmesi gibiydi bu. Sadece gidiş değildi, gidiş ve dönüş gerekiyordu; öğrenmek ne kadar zordu. İlmeği kaçırınca içimizde düğümler oluşuyordu. Sıkıldığımızda kendimizi dışarı atıyorduk. Kar, bizi kucaklıyor, biz sevinç içinde birbirimize kardan yumaklar atıyorduk. Elimiz, ayağımız buz kesiyordu belki, olsun, biz dünyanın en mutlu çocuklarıydık. Korkumuz yoktu, döndüğümüzde evimizin sıcak olduğunu biliyorduk.
Anneler, sıcak evlerinde örgü örerdi Afşin’de… O gün anneler ve çocuklar birlikte çıktılar evden. Kar yağıyordu ama kimse kar topu oynamadı. Çocuklar üşüyordu. Anneler, çocuklarını ördükleri bere ve kaşkol ile saramadı. Onlar evde kalmıştı, sessizce yerlerinde oturuyorlardı. Oysa deprem, insanların içini delip geçmişti. İnsanların içi üşüyordu. Ömürleri bitenler ölüme doğru yol alıyordu. Onlar için zaman geçmiyordu artık, mekân da yoktu. Yol kapanmış, yıkılan enkazların altından yardım edin çığlıkları yükseliyordu. İpin ucu kaçmıştı, ilmek ilmek dokunan ne varsa üşüyordu. Gök ağladı, yer ağladı, insan ağladı. Ve Rabbimizden gelen vahiy, bize yeniden seslendi:
“Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır. Yalnızca iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (Asr Suresi)
O günün sabahında hepimiz içimize döndük. Sadece biz zamanın içinden geçmiyorduk, zaman da bizim içimizden geçiyordu. Deprem evlerimizi yerle bir etmişti ama içimizde anılarımız içimizde yaşamaya devam ediyordu. Biz kimdik, neye iman ediyorduk? Salih amellerimiz bize azık olmuştu depremin ardından. İyiliklerimiz, yüreğimizi sükûna götürüyordu. Ya diğer duygularımızdan ortaya çıkan davranışlarımız, onlar ne durumdaydı? Hakkı ve sabrı vasiyet edebilecek bir ömre sahip miydik? Yavaş yavaş eksildiğini fark edemediğimiz ömrümüzü yeniden gözden geçirdik. Keşke diye başlayan cümleler yankılandı yüreklerimizde. Süremiz dolmuş, elimize verilen ip yumaklarını bitirmiştik. Hak zannettiğimiz hakikatimizi ilmek ilmek dokumuştuk. El emeği göz nuru işlediğimiz ürünler birer kıyafete dönüşmüştü. Kimsenin modeli diğerine benzemiyordu. Kaçan ilmekler huzursuz, telaşla onu kaçıran eli arıyordu. İlmeği kaçmış el işi kıyafetler vebalı gibiydi. Hava soğuktu, ruhen ve bedenen donuyorduk.
O günlerde yardım elini uzatan, çabalayan, birlik olanlar, göğe yükselen duaların indirdiği yeni iplerin sahibi oldu. Depremde vefat edenler, rablerine kavuştu. Onları rahmetle anıyoruz. Onların ardında kalan bizler, önce her el emeğinin özgün bir imzası olduğunu anladık. Mükemmellik iddiasından uzaklaşıp hatalarımızla yüzleştikçe, ilmeklerimizi düzeltebildiğimizi fark ettik. Şimdilerde bizler geleceğin korkusu ve geçmişin hüznü arasında, bir yandan ilmeği kaçmış kıyafetlerimizi tamir, diğer yanda kalan ömrümüzü imar etmeye devam ediyoruz.