Daha çok köylerimizde babaların çoğunun derdi vıngırık gimi çocuk değil oğul sahibi olmaktı. Oğlu olsun ki soyu devam etsin. Oğlu olsun ki kimse kafa tutamasın, düşmanları korksun. Oğlu olsun ki tarlası tapanı ekilsin biçilsin… Yeni yeni şehir kültürüne alışan Elbistan’da da durum pek farklı sayılmazdı. Allah ne verdiyse… Kadınları, doğumun zorluğunu, bebelerin beslenmesini, büyütmesini, annenin ve bebenin hastalığını vs pek düşünmezlerdi. Kafalarında “Avrat mı yok la, dayanamazsa alırım bir başgasını…” vardı. Daha çok köylerimizde iki hatta üç hanımla evli olanlar azımsanmazdı.
Birden fazla kadınla evlenme savaş yıllarında ve sonrasında kendini daha çok belli eder. Osmanlı döneminde buna engel yoktu; ama kimi zamanlar teşvik edici kanunlar da çıkartılırdı. Mesela âlimler, hafızlar ve bir yetim kızla evlenenler savaşa alınmazdı. Aslında bu cümle bile kimi yerlerde niye hafız veya ‘âlim’ çok; niye iki, üç hanımla evlenen çok anlatıyor, ama üzerinde azıcık duralım. Savaşlar neticesinde erkeklerin çoğunun ölmesi, kadınların dul, eşsiz ve kimsesiz kalmaları sebebiyle açlığın, zinanın, zührevi hastalıkların ve sapık ilişkilerin yayılmasını engellemek için alınan tedbirlerden biriydi. Bu da kimi açıkgöz ve imkânı olan erkeklerin işine gelirdi tabii. Adam otuz, kırk, elli yaşında ve evlidir; ama yine de fedakârlık yapmaktan çekinmez, sokakta kalmasın, aç perişan olmasın, kurda kuşa yem olmasın diye(!) yetim bir genç kızla evlenirdi…
Ee gardaşım, iki üç avradın olursa, senede iki aydan başka yapılacak işin olmazsa kalan üç yüz günde ne yapacak bu herifler? Gündüzleri köy veya mahalle odalarında cuvara içip laf savuracaklar, geceleri sırayla ya şu hanımıyla ya da bu hanımıyla kavurga kavuracaklar… Bir bakmışın ki sekiz on sene sonra sekiz on tane çocuk…
Neyse, şimdi açmayayım ağzımı; sonra belki açar hak edenin hahını avcına gorum…
Ağalar, zenginler bir tarafa… Yokluk varken, fakirlik varken, görgüsüzlük, bilgisizlik varken; gelinlerde eymenme, babalarda umursamazlık, hele de birçok batıl inanç ve ilkel uygulamalar varken bebeleri beslemek, hastalıklardan korumak bile çoğu evde naadar zor olurduuu…
Annenin sütü yeterse mesele yoktu; aksi halde gücü yetenler günde yarım litre inek sütü alır ve sulandırarak bebeğe verirdi. Yarım litre (iki bardak) sütü bile alamayacak olan ailelerin vereceği gıdaların başında nişe gelirdi. Yani nişasta. Nişasta süt kıvamına gelinceye kadar sulandırılır ve şişesine doldururdu. Şekerli su veren de olurdu. O zaman bağı olanlar şire (yani sucuk bastık, vs.) yaparlardı ve gerekli olan nişeyi bizzat kedileri çıkartırdı. Damda, avluda çok güneş alan yere koca bir kazanın yarısına kadar buğday, onun da üzerini bir, bir buçuk karış geçecek kadar su koyarak işe başlarlardı. Islanır, ekşir ve birçok işlemlerle kabuğu soyulup içindeki nişastası elde edilirdi. Çıkarttıktan sonra konu komşuya birer avuç kadar dağıtırlardı. Çarşıda da satılırdı.
Haa bir de nişeynen ne gözel palıza bişirirlerdi yoorum, vallaha aazımız dilimiz yana yana eyle bir gaşıklardık ki demeyin getsin!
O zamanın fakir fukara evlerinin en başta gelen datlısı palızaydı. Paluze bir de doğum yapan annelere pişirirlerdi ki kendini kısa sürede toparlasın, güç kuvvet kazansın, sütü iyi gelsin diye.. Nişasta, pekmez (veya şeker) bir de tereyağı. Nişasta, bir kapta ısınmaya başlamış şekerli suya veya az sulandırılmış pekmeze yavaş yavaş katılır, katılırken topaklanmasın diye sürekli karıştırılır. Karıştırma kaynayıp pelte kıvamına gelinceye kadar devam edilir. Kıvamını alınca indirilir. Bir tepsiye aktarılır. Yayılır ve ortası çukurlaştırılır. Buraya bolca tereyağı eritilip aktarılır. Karıştırılmaz. Durumu iyi olanlar ceviz içi de serpiştirir. Atık hazırdır. Ortaya konur ve kaşığı alan seardir. Hem paluze ve hem de erimiş tereyağı çok sıcaktır. Üstelik hedemin soğumaz. Çok yiyim diye acele eden aldığı her kaşıktan sonra muhakkak ağzını yakar ve yaşaran gözlerle mertek saymaya başlar. Biraz arsız, biraz bencil ve biraz da açıkgöz olanlar, ortadaki tereyağını kendine doğru akıtmak için kaşığını ters çevirip şöyle bir oluk açardı ki, artık dinlemeyin gitsin ötekilerin homurtusunu, sokranmasını, azarını…
Haa şişe deyince aklınıza şimdiki biberon gelmesin, Albısdanlılar eyle bir şeyi bilmezdi vallaha. Böyük şeeherlerden gelenler hediye getirirse görürdük, yoosam çarşıda bile satılmazdı… Bu durumda bizim avratlar niinerdi? Niyneyecekler; daha çocuk doğmadan hatta yola çıkmadan, bildiğimiz rakı, ispirto, şarap şişesi takibine çıkarlardı. Yolda yolakta, hatta küllükte bir küçük şişe görseler “Aha şu gerek olur tama…” diyerek; gezmeye gittiği evlerde görünce isteyerek elde ederdi. Alkolünden temizlensin diye ‘yedi kerre yeyharlar’ sonra da “Döller alır da gırar soona” korkusuyla onların ulaşamayacağı veya bulamayacağı bir yerde saklarlardı. Tepesine takmak için bir de çerçilerde ve bin bir çeşit malzeme satan dükkânlardan “Şişe Emzii” (yalancı memenin bir tarafı tamamen açık olanı) alırdı. İşte sana en az bir bebeyi büyütecek biberon; hatta biberonbir…
Amcamın hanımı torunu için hazırlık yaparken şişeyi kırmış. Oğlu diyor ki, “Valla annemin işine akıl sır ermezdi. Şişeyi kırınca, önce telaşlandı, utandı, canı sıkıldı; sonra şöyle bir düşünüp içeri girdi. Beş dakika geçmeden baktık elinde içi süt dolu lamba camıyla döndü. Onun ince tarafına şişe emziğini geçirmiş, içine bebenin içeceği kadar süt koymuş. Dayadı yeğenin ağzına…”
Bebelerin karnı anne sütüyle doymamışsa, evde süt veya mama yapacak bir şey de yoksa yalancı meme (emzik diyenler de olurdu, memek diyen de) bebenin ağzına dayanırdı. Bebe bu, yutar mı kuru kuru memeyi; bir süre sonra açlığa tahammül edemez hale gelir ve basardı ağıtı ki artık karnı doymadan susmak bilmezdi. Evde şeker varsa hemen azıcık akıt yapılır ve yalancı meme arka arkaya batırılıp verilirdi. Bazıları bala veya pekmeze batırırdı. Kimi de “Soona çocaa veririm” diye sakladığı lokumu bulup getirirdi. Kendinde yoksa kirli çıkın kabul ettiği kaynanasına sorardı:
- Ana gı, sende lohum var mıydı ne?
Gelin de amma gudugummeymiş ha, eyle bir soruyor ki sorusun içinde “Sakın yok deme, olduğunu biliyorum” ikazı var. O da torunun durumunu görüyor, gelin de çaresiz kalmış, biraz gönülsüz cevap verirdi:
- Bahıyım baaam, bir tane olucu muydu ne...
İçeri girer ve sandığında mendile sarılmış lokumlardan birini getirirdi. Lokumun nişastası yoksa ve sıcakta kalmışsa eriyip ille mendile yapışırdı. Ya da epeydir duruyorsa kuruyup sertleşirdi. Yapışanları, yapıştığı yerin altını yalayarak ıslatırlar ve mendilden ayrılması sağlarlardı. Küçük bir parça kopartılıp az suda ıslatılır ve iki parmak arasında ezilir, eritilir ve yalancı memenin ucuna sürülüp verilirdi. Bebe bununla biraz oyalansa da az sonra tekrar ağıda başlardı ki bu ağıt aslında ”O tatlı şeyden gene verin” demekti. Annesi de anlar birkaç kere verirdi. Bazıları, lokumu biraz yumuşattıktan sonra yalancı memenin arkasındaki yuvarlak tıkacı çıkartır, açık tarafından içine lokumu tıkar ve tıkacını yeniden oturturdu. Ucunu da güccüycük delip bebesine verirdi. Eyle ya ikide bir memenin başına lohum süreceane beeyle bir demlik hallederdi. Yavrucağızın içi yanmış, şeker zararlı imiş kim bilirdi ki…
Yalancı meme bulamayan bir komşu hanım, lokumu, başındaki bürgünün köşesine koyup bohça gibi sardıktan sonra parmakları ile sıkıp eritmiş, yumuşatmış ve kucağına aldığı bebenin ağzına vermişti. Çünkü annelerin ellerinin, ağızlarının, tükürüklerinin temiz olduğu kadar saçları başları da temizdir, başlarındaki örtüleri de…
Daha yoksulları vardı, imkânsızları... Küçüktüm. Çıraklık yaptığım dükkân sahibinin evinde beslediği ineğe karpuz kabuğu topluyordum. Ağlayan bir anne gördüm çarşıda. Çarşı da denmez, köylerinden gelen yol üzerinde ve çarşıya yakın uygun bir yerde. Şehere avrat uşak gelmişlerse öyle yaparlardı. Kadıncağız bir kağnının gölgesine oturmuştu. Belli ki kocası bir resmi işini takip etmek için giderken “otur burada beni bekle, az sonra gelirim” demiş, o da oturup beklemeye başlamış. Artık oradan bir yere gitmesi mümkün değildi. Resmi iş bu… Günümüzde bile kolayca bitirmek mümkün olmuyor, o zaman bir günde biterse bayram olurdu. Vakit öyleyi epey geçmişti ikindi yakındı. Çokları, şuraya buraya oturup öğle yemeği olarak karpuz yediklerinden usta bu zaman toplamaya gönderirdi. Kadın ve kucağındaki bebe açlıktan, susuzluktan perişan olmuşlar. Ben geçerken, anne bir taraftan ağlıyor, bir taraftan küçük parmağını bebeğe emziriyordu. Belli ki sütü yoktu; zira o vakitler, bu durumdaki annelerin çoğu, işlerini bitirdikten sonra kağnının, traktör römorkunun, bir dükkânın, karpuz haymasının gölgesine oturup heriflerinin geri dönecekleri zamanı beklerken, acıkan bebesini kimi tülbendinin köşesiyle örterek kimi eliyle kapatarak hatta kimi de örtmeden emzirirdi…
Sırası değil; ama şu acayip bilgiyi de eklemeden geçmeyeyim: Yeni doğmuş bebelere 40 gün (birinin söylemine göre altı ay) hiç su verilmezdi. Neden? “Kele onu melaikeler sular” anlayışından…
İşte böyle; yokluğu, kıtlığı yaşamış; eğitimsiz, bilmesi gerekenleri bilmeden, görmesi gerekenleri görmeden anne olmuş Anadolu kadını -haşa- yoktan var eder gibi umudun en bittiği, artık çarenin imkânı yok dendiği anlarda elinde olanı kullanarak ne müthiş çözümler bulup uyguluyor, değil mi?
Bebenin ağzındaki yalancı meme yere düşerse temizleme yöntemleri çok basitti; annesi, ablası, abisi, teyzesi, ninesi, hatta oturmaya gelen komşu memeyi alır kendi ağzına sokar, bir iki çevirip (yani tükürüğü ile yıkayıp) çıkartırdı. Böylece o meme tertemiz olmuştur, bebenin ağzına vermekte bir sakınca kalmamıştır… Avucunun içiyle temizleyen de olurdu, memenin başını elbisesine çevirerek sürterek de…
Aklı eren birisi itiraz etse, “Yahu ağzına soktuğun meme çocuğa verilir mi?” dese, o hemen cevabı yapıştırırdı: “Kele aazımda ne var, pis mi?”
Eyle ya pis olsa ağzını yıkar…
Onların böyle kendi ellerini, ağızlarını, hatta tükürüklerini temiz kabul etmesinden dolayı neler yaşanırdı, neler.
Benim başımdan geçti; anlatayım: Mahallede Kale Çeliği oynarken çok acıktığımı hissettim ve bizim ekip kalede iken ve bana sıra gelmesine zaman varken eve koştum ve annemden yiyecek bir şey istedim. Çoğu zaman evde hazır bir şey olmazdı. Çorba-morba olsa bile o kısa zamanda nasıl yenirdi ki? Sadece artan kömbe pilavı veya kıyma (kısır) varsa, ekmeğe dürmesini ve içine bir iki turşu yatırıp yemesini çok severdim. Ayakkabımı çıkartmadan diz çöktüm ve dizlerimle yürüye yürüye eşiği geçip oturma odası ile aşgananın arasındaki aralık dediğimiz odaya kadar gelip beklemeye başladım. Annem: “Ne veriyim oolum, vallaha bir şey yok…” dese de ‘bir şey verme’ telaşına kapıldığı belliydi. Dünyada anne ve babalara çocuklarının “Acıktım” demesi kadar hoş gelen az şey vardır. Ben “yok”tan anlamayarak kollarım gövdeme yapışmış halde yanlardan öne uzattığım ellerimi civcivlerin kanat çırpması gibi yukarın aşağı birkaç kere sallayarak acelemi belli ederek: “Anne gı, çabık gı, ver de gediyim gı..” Annem, çaresiz hazındamına yöneldi. Hemen girişin yanındaki duvarın dibinde duran pendir küpünden bir dilim alıp getirdi. Onu avucunda tutarken guşganadan çıkarttığı yarım yufka ekmeği katlayıp dürüm yapmaya hazır hale getirdi. Sonra peynir dilimini tümüyle ağzına aldı ve çiğnemeye başladı. Dudakları kapalı, dulukları şişmiş halde çiğniyordu. Ben, annemin ne yapacağını biliyordum. O ara susadığımı hissederek hemen yanımdaki su küpünün üstündeki tası aldım, kapağını kaldırıp, oturduğum yerden tası içine daldırmaya çalıştım; ama boyum yetmediğinden küpü kendime doğru çekmişim ki az kalsın devirecektim; zor zapt ettim; suyun bir kısmı boynumdan aşağı göğsüme döküldü. Su kıymetliydi, o zamanlar; yemekten önce bir fırça yedim anlayacağınız. Annem de çiğneyip ufaladığı peyniri ağzından ekmeğin içine boşalttı. İki elinin başparmakları ile boylu boyunca yaydı ve dürerken “Yetmiyesice, az daha küpü deviriciydin. Suyu benden istesen olmaz mı?” diye bedduaya başlamıştı ki dürümü aldığım gibi ‘harpada’ ısırmam bir oldu. Daha birinci lokmayı çiğnerken eşikliği geçip merdivenleri inmiş, avluyu geçip sokağa çıkmıştım…
Bir arkadaşım da şunları anlatmıştı: “Mahallenin dölleriynen löddük oynuyorduk. Çok acıktığımı hissedince sıra bize gelmeden yetişeceğimi gözüme kestirip eve koştum. İçeri girmeden, beni gelirken gören ve kapıya çıkan annemden yiyecek bir şeyler istedim. O da az sonra bir elinde dürüm için hazırladığı açık ekmek ve şeker koyduğumuz kâse ile geldi. Katlanmış ekmeğin bir başından öteki başına kadar azar azar döktü. Tam dürecekken durdu, ‘beyle dürersem, şeker aşşa ahar, yoharısı guru ekmek galır’ deyip sağa sola baktı; belli ki su arıyordu. Göremeyince -ben de acele ediyorum ya- kâseyi yere koyduktan sonra dilini hem şekere hem ekmeğe değdirerek sağdan sola, soldan sağa yalamış gibi gezdirdi. Böylece şekerin ıslanmasını, birbirine ve ekmeğe yapışmasını sağlamıştı. Diline yapışanların çoğunu tükürmeden, ama tükürmüş gibi yaparak iade etti. Artık şeker dürümün içinde akmazdı; sardı ve verdi…
Ben de bilirim şeker dürümünü; vallaha döller ciğir ciğir yemesi eyle bir gözel olurdu kiiii…
Dedim ya annelerin ağzı, dili, eli, tükürüğü her zaman temizdir. Bebelerin de henüz dişleri yokken çiğnenmesi gereken bir şeyi onun yerine annesi çiğnerdi. Yeteri kadar çiğner ve bebenin ağzına verirdi. Kuşlar gibi…
Mesela üç dört yaşında bir çocuk annesinin veya bir başkasının çiğnediği sakızı imrenip ısrarla isterse, annesi çiğneyip yumuşattığı sakızı ağzından çıkartıp onun ağzına sokardı. O zaman naylon sakız pek olmazdı. Olsa da almaya para bulunmazdı. Bu yüzden bitkilerden elde edilen sakızlar vardı; kenger sakızı, tavşan sakızı, çıtlık sakızı ve çam sakızı gibi… Kenger dikeni kanatılarak sütünden elde edilen kenger sakızı başlangıçta çok sert olur. Buna yaşlıların dişi de çenesi de dayanmaz. Dinlemeyip çiğneseler, birkaç gün şakakları ve yanaklarındaki kaslar ağrırdı. Bu yüzden gençlere verip biraz yumuşatmasını isterlerdi. Biraz ama… İşte tam o yumuşamaya başladığı kıvam kenger sakızının en zevkli, en tatlı anıdır. Ayrıca o sıra sıkmaya başlayan harika bir rayiha vardı ki çiğneyenin yanında duran bile kokusunu duyardı. Bu kıvama gelince yaşlılar çiğneyebilirdi. Onlar da bir, iki gün çiğnedikten sonra sakız iyice çürür, cıvırdı. Artık sıra çocuklara gelmiştir, onlara verilir. Verirken de “Osanınca atma haaa..” diye tembih edilirdi; zira onunla dibi delinmiş su bidonu, naylon veya tenekeden yapılmış ibriğin ya da hela tasının deliği yapıştırılacaktır…
Sırası gelmişken söyleyeyim; çam sakızı ile iyi bir yapıştırıcı da elde edilirdi. Çamlardan reçinesi toplanır, bir kapta üzerine su konur ve ıslanmaya terk edilir. Islanınca bir çöple iyice karıştırılır; yetmezse cıvık olmayacak kadar daha su konur. Artık ‘Zemik’ hazırdır. Bununla kış hazırlığı sırasında pencereler (çerçevelerdeki aralıklar) kâğıtlanırken, çocukların defter ve kitapları ciltlenirken, uçurtma yapılırken vs kullanılırdı…
Doymayan bebeler nasıl olursa bir parmağını, iki parmağını veya elinin bir tarafını, bileğini, hatta ayak parmaklarını emmeye başlardı. Çoğu doysa da emerdi. Annesinin memesinden ter içinde ayrılan bebe bir iki saniye sonra parmaklarını ağzına sokardı… Emmeye başladıktan sonra terk etmesi çok zor olurdu. Mesela benim çocuklardan biri sol elinin başparmağını emerdi. Parmağının üst kısmı diline gelecek şekilde ağzına sokardı. Uyurken de emerdi, uyanıkken de... Aklı ermeye başladığı zamanlarda bile açlık hissettiğinde veya uyumak üzere yattığında emmeye başlardı. O parmağının üst kısmı kabarır adeta renk değiştirirdi. Bazen “Yavrum, biraz da öteki parmağını em..” derdik, o şöyle bir denedikten sonra anında çıkartıp “bunun dadısı yok” diyerek tekrar emdiği parmağı sokardı ağzına...
Parmak emmenin irsi olup olmadığını bilmem; ama bir refleks olduğu, bir sığınak saydıkları ve yalancı memeye tercih ettikleri kesin…
-Pazartesi günü buluşalım-