Oyunlarımız vardı, taş, toprak ve sopa dışında öyle fazla araç gerek istemezdi. İp ile topu bir tarafa korsak, eğer oyun için bir şey gerek olursa onu da biz ve büyüklerimizle her yerde bulunan malzemelerden yapardık.
Löddük, Süleke, Minavara, Abudamya, Ingılıçüş, Gosguç, Mıh, Kömme, Yalak, Nesi Var, Deleme çevirme, Gulle, Ayakçak, Çöodürüm eşşek, Çelik-Çomak oynama (Kale çeliği, deldele çeliği ve sağlama solaklama olarak üç çeşittir), Peçiç, Aşık Oyunu; Köşe Kapmaca, Top Oyunları, Saklambaç, Körebe, Kovalambaç, Stop; Kartopu, Şak Şak Yapma, Coğrafya Oyunu… Ayrıca bireysel veya topluca Kardan Adam Yapma, Cin Börkü Yapma, Fırıştak çevirme, Vızırdak döndürme, Kızak Kayma, Uçurtma uçurma, Çimme, Salıncakta sallanma yarışları gibi oyunlar oynanırdı.
Oyun bakımından kızlar daha şansızdı…
Kızlar, evin dışında (sokakta, bahçede veya okulda) İp Atlamak, Mici (Çizgi), İstop, bir de Kömme (Kömbe derdik), Salıngaç, Saklambaç, Kovalambaç, Top Sektirme, Al Satarım Bal Satarım, Yakar Topu ve Bezirgânbaşı oynarlardı; evde ise Evcilik, Peçiç, Tekkal (Beş Taş) ve Elim Elim Epenek…
Elbistan’da gençliğe adım atmaya başladıktan itibaren kızların sokakta oynamasını asla kabul etmezler; onları sokakta oyun oynarken görenler neler ederlerdi neler. Adeta kızlar da dile düşerdi, anne babaları da… Eğer “başka yerden” misafir gelen kızların sokakta oynama ısrarını kıramayan ev sahipleri kendi kızları ile birlikte avlularında, yoksa ancak evin önünde oynayabilirlerdi. Kapıdan çıkmadan annesi kızının kolundan tutup sarsarcasına çeker ve kısık sesle tembih ederdi:
‒ Bak, kapının önünden bir yere getmeyiciiz ha, nireden baksam sizi görücüm ha.. Soona garışmam vallaha! Döllerinen-möllerinen gonuşman haa…
Bu ‘soona garışmam’ tehdidinin içinde seni döverim var, babana der dövdürürüm var, istediğin şeyleri yapmam var, bir gün önüne kor seni çok istediğin bir şeyden mahrum ederim var…
Ne desin kızcağız, “Eh” der çıkarlar…
Onlar oynarken oradan geçen çocuklar görür ya, kendi mahallelerine varınca şaşkınlık içinde haber verirdi:
‒ Döller vallaha şorada böyük böyük gızlar sohakta ip atlıyorlardı ha…
Bunu duyan yeni yetmeleri görünmez olup izlemek mümkün olsaydı, tepeden tırnağa titredikleri, içlerinde bir şeyler olduğu, gidip görmek için adeta yanıp tutuştukları tespit edilirdi. Zaten daha o saat kimi oyunu bozup birden ‘sivişirdi’, kimi açıkça söylerdi: “Hadin döller şeyle bir bahıp gelek…”
Sokakta ancak küçük kızlar oynayabilirdi, o da kapılarının önünde. Genç kızlığa adım atması yaklaşırken ya hiç çıkamazdı ya da avlularında oynarlardı. Hele ortaokul çağına geldi mi sokakta oyun şöyle dursun, bitişik komşuya yumuşa bile kolay kolay gönderilmezdi. Annesi onu gördermek zorunda kalırsa tembih üstüne tembih ederdi:
‒ Gızım, sağa sola bakmayıcın. Hele delaanlılar karşından gelirse gözünü yere dikicin. Bir şey derlerse duymamış gibi hızlanıp gedicin. Vardığın evde kapıyı erkek açarsa gözüne bakmadan gonuşucun. Diyeceklerimi yapar yapmaz heç vahıt gaybetmeden eve gelicin. Bak aha yere tükürüyom; bu tükürük gurumadan gelmezsen.. sen bilin galan…
Kızlar, sokakta oyun kurmak isterlerken sayıları eşleşmeye denk gelmezse ya oyunları yarım ya da içlerinden biri oyun dışında kalacaktır. Kızcağız, zaten kırk yılda bir sokağa çıkabilmek için izin almıştır; oyun dışında kaldığı dakkadaağlamaklı olurdu. Ya küser giderdi, ya da “Amman gı, şo dölü de alak ben de oynayım gı!” diye yalvarırdı. Bunun üzerine ille onu da dâhil etmenin yolunu arayan arkadaşları o erkek çocuğu oyuna almaya karar verirler ve çağırırlar. Çağırır çağırmaz kızlardan bir ikisi “Ben erkeanen oynamam; anamgil görürse beni düverler” diye oyunu bozarlardı. Bu sefer onlara ısrar başlar ve “Bir iki el oynayaçir bir gız gelir, onu çıharır gızı alırık. Icık durun heeri!..” diye diye razı ederlerdi. Kızlarla erkeğin oynaması gerçekten çok nadir görülmüş bir şeydi; ama dedim ya kırk yılda bir de olsa olurdu. Teklif ederler, o ‘yok’ derse ısrar ederler ve nihayet gönlünü ederlerdi. Öyle oynarlarken yoldan geçen mahalleli bir kız veya oğlan görür görmez “Gızların içinde oğlan eşşşek.. Gızların içinde oğlan eşşşek..” diye bir makam tuttururdu ki dayanmak ne mümkün. Hadi oynasın bakalım; oynasa bile hadi canına sinsin bakalım.. O da ya bırakıp giderdi ya da kızların desteğini alarak ve kendini çok arsız hissederek oynamaya devam ederdi…
&
İlkokulda iken, bir gün annem Naime ablalara (öğretmen Mevlüt Vural’ın hanımı ) yumuşa gönderdi. Onlardan dönerken Atatürk ilkokulunun kuzey tarafına çıkmıştım. Okulun batı tarafındaki yolu takip ederek ancak iki yüz elli metre mesafesi olan evimize gelecektim. O zaman okulun kuzeyinde bahçe duvarına yakın mesafede ve orta yerde bir ev vardı. Dört tarafından yol geçerdi. Kuzey tarafı ise küçük bir meydanlık gibiydi. Meydanlığın etrafını Saltlara ait olduğunu sandığım bu evden başka Şair Ferahi’nin babasının (Sakaların), İcra Memuru Ahmet İnal’ın ve yine Saltların birkaç evi çevirirdi. Bu küçük meydanlıkta üç beş kızı ip atlarken gördüm. Uzun ve kalın bir ipin uçlarını düğümleyerek ikili ip yapmışlar; iki tarafına birer kız girmiş; bellerine kadar kaldırıp iki elleriyle ipin iki tarafını tutmuşlar ve birini soldan sağa, ötekini sağdan sola sallıyorlardı. İki kız da karşımdaki sallayanın yanında arka arkaya durmuş ve öndeki atlamak için bir adımı önde ‘Şap şap.. şap şap…’ diye birbirini takip ederek ipe girme anını tespite çalışıyordu. Arka arkaya ve sık sık yere değen, gelip giden iplerin arasına sallamayı bozmadan girmek ve atlamayı başarmak kolay değildi. Ben oraya geldiğimde öndeki kız, adım atar gibi durmuş, göbekten yukarısını hafif öne eğerek ha koştu ha koşacak gibi bir ileri bir geri sallanıp ve gözlerini kırpmadan ipi takip ediyordu. Belli ki ‘yanma’ korkusundan girmeye cesaret edemiyordu. Ben birden koştum ve ömrümde ilk defa olmasına rağmen iki ipin arasına girdim ve birkaç kere atladım. Arkamdaki kız birden ipleri tutup gerdirerek durdurdu ve bana kızdı:
‒ Ne oyunumuzu bozuyon lan eşşolueşşek, vallaha şimdi abimi çığırırsam… O bunları söylerken karşıdaki, daha güzel giyinmiş, saçlarının taranması, ellerinin temizliği, ayakkabısı, çorabı ile belli ki başka yerli olan kız durdurdu onu:
‒ Bırak yaa.. Ne güzel atladı işte. Bak biz atlayamıyorduk. O da atlasın bizimle…
Ben mahcup halde kenara çıkmış gitmek üzereydim. İçimden ‘Ula yoorum bu gız da ne güzel gonuşuyor la’ diye düşünmeye başlamıştım; ‘Başga yerli olduğu belli, Angara’dan mı gelik yoosam İstabul’dan mı’ diye de devam ediyordum. Niyetim üç beş kere atlayıp yoluma devam etmekti zaten. Şimdi oyuna dâhil olma gibi bir acayip hal çıkmıştı karşıma. Şans da diyemiyorum, sıkıntı da; acayip bir hal bu. Dedim ya o zaman kızlarla sokakta, aynı oyunda oynamak, ne demek Allah aşkına? Öteki kızların itiraz edeceğini de hesaba katarak gitmeye karar verdim ve bir adım atmıştım ki o başka yerli kız sordu:
‒ Sen de bizimle oynar mısın?
Sırf o kızla oynamak, ona yakın olarak biraz daha durmak için hemen cevap verdim:
‒ Oynarım.
‒ O zaman önce biz sallayalım sen atla, sonra bir taraftan sen bir taraftan ben sallayalım bunlar atlasın.
Teklif müthişti; ikiletmedim:
‒ Olur.
Salladılar ve beş altı adım gerildikten sonra yine sanki kırk yıllık ip atlayıcısı gibi ipe girdim ve yoruluncaya kadar bir sağ, bir sol ayak ve çift ayak atlayıp ipe değmeden, yani kuyruk vermeden çıktım. Kendimle gurur duyuyordum. Öte yandan ben bunu nasıl becermiştim bugüne kadar kendime izah edebilmiş değilim…
Kuyruk vermek, ipin kuyruğa değmesi; ipe girip atlayan, kaç kere atlayacağı kesilmişse, o kadar atladıktan sonra, sallayıcılar sallamaya devam ederken, o (kural olarak “Kuyruk yok” denmişse; özellikle kızlar) eteklerinin arkasını, ayağını, ayakkabısını vs ipe değdirmeden çıkmak zorunda idi. Erkekler de ceketini, ayakkabısını değdirmeyecekti. Değdiren yanar ve ipin bir ucundan tutarak sallayıcı olurdu. Bu yüzden hınaza kızlar, yanmasını istediği kız tam çıkarken ipi her zamankinden hızlı sallar ve biraz da çeker, böylece ritme alışarak atlayan kız bu beklenmedik hareketi fark etmezse kuyruk verirdi.
İki (çatal) ipe girmek bir beceri isterdi, girdikten sonra atlamaya başlamak ve sürdürmek başka bir beceri. Mesela ipe girecek olan, yakınındaki sallayıcının sağından, kendinin solundan girecekse yakınındaki sallayıcının sol taraf ipi sallama anını gözleyip o ip yere değer değmez, hatta değmesine saliseler kala içine atlayarak girmesi ve girer girmez de öteki ip gelmeden ritme uygun olarak atlamaya başlaması gerekirdi. Valla başkasını bilmem, ben böyle girerdim.
Kızlar, özellikle o başka yerli kız, benden nasıl böyle kolayca girdiğimi sormuş, ben de bunu uzun uzun ve birkaç kere deneyerek anlatmıştım. Ben anlatırken o kızın memnun, sevecen, gülen gözlerle bakması ne kadar hoşuma gitmişti. Düşünün, on on iki yaşındayım; kızlarla mahallede oyun oynayınca kınanırken, alay edilirken; okulda ancak öğretmen nezaretinde Yakar Topu veya İstop oynamak için aynı gruba dâhil olurken, şimdi sokakta, üstelik tanımadığım ve çoğu benim orada olmamdan hiç de memnun olmayan kızlarla oyun oynuyordum ve biri bana (amman yaanış anamayın gı) sevgiyle, dostça, arkadaşça bakıyor, konuşuyor; benden ip atlamayı öğretmemi istiyordu. Abooovveh…
Ne kadar oynadık hatırlamıyorum. Birden “ben gediyom” dedim ve kimsenin yüzüne bile bakmadan ayrılıp gittim. Ula niye gediyon, hazır yaşamadığın şeyleri yaşıyon tama? Valla hiç de öyle değil; o kız ‘Şimdi çağırırım haaa’ dediği abisi ya gelir de “Ulan bilmem nesini nettiğimin oğlu, ne işin var gızların arasında?” diye beni hesaba çekerse… Uzaklaşırken o başka yerli kızın bakıp bakmadığını ne kadar merak etmiştim bir bilseniz. Onu bir kere daha görmeyi de çok istediğim halde dönmemiş, dönememiştim…