Topraktan yaratılan insanın en belirgin özelliklerinden birisi de tevazu ve kibir ekseninde git-geller yaşamasıdır. İnsanın ilk hammaddesi olan toprak aynı zamanda tevazunun da sembolü olmuştur.
Tevazu insanı yüceltirken kibir ise insanı alçaltır. Hatta hadis-i şerifte: “Kim Allah için tevâzu gösterirse, Allah onu yüceltir. Kim kibirlenirse, Allah onu alçaltır.” (Müslim, Birr, 69) şeklinde buyrularak tevazu ve kibrin kişiyi getireceği noktaya dikkat çekilmiştir. İblis’i de Allah’ın rahmetinden uzaklaştıran ve onu şeytanlaştıran duygunun da temeli kibirdi. Âdem (as)’ın topraktan, kendisinin ise ateşten yaratıldığını ileri sürerek (Sâd: 76) İlahî iradeye baş kaldırmıştı. Kibirle başlayan bu baş kaldırı küfürle sonuçlanmıştı.
Allah (cc) dünya hayatı içerisinde her insana farklı imkanlar ve fırsatlar verir. Bu fırsat ve imkanlar o kimsenin imtihanıdır. İnsana yakışan ise bunların birer imtihan olduğunu bilmek ve ona göre hareket etmektir. “Mahkeme Kadı’ya mülk değildir” demiş büyüklerimiz. Yani verilen imkanlar, hiç kimsenin kendi mülkü değildir. Bir mevki ve makama gelen kimseye yakışan, oraya geldiğinde gerisini unutmaması, emri altındakilere rahmetle yaklaşmasıdır. Ama böyle yapmaz ve kendisini orada kalıcı görerek insanlara zulmetmeye başlar ise bu makam o kimsenin cehennemi olur.
Kişinin, Allah’ın kendisine verdiği imkanları kendinden bilmesine “GÜÇ ZEHİRLENMESİ” diyoruz. Bunun en önemli kaynağı da KİBİR’dir. Geriye dönüp baktığımızda Güç Zehirlenmesini ilk yaşayan kimsenin İBLİS olduğunu görüyoruz. Âdem (as)’ın topraktan, kendisinin ise ateşten yaratıldığını ve kendisinin daha hayırlı olduğunu iddia ederek bu duyguyu yaşadı. (Sâd: 76)
Benzer duyguyu “dağa sığınırım ve o beni sudan(tufan) korur” (Hûd: 43) diyerek Nuh (as)’a isyan bayğarı açan oğlu Kenan’da görmekteyiz.
Kayaları oyarak yapmış oldukları taştan evlerin kendilerini her türlü tehlikeden koruyacağına inanan (Hicr: 82) SEMUD kavmi de güç zehirlenmesine müptela olmuştu.
Huzuruna iki köle çağırıp birini öldüren diğerini diri bırakarak: “Ey İbrahim ben de senin Rabbin gibi dilediğimi öldürür, dilediğimi de diri bırakırım” (Bakara: 258) diyen NEMRUT’ta güç zehirlenmesi yaşıyordu.
Musa’nın Rabbi ile savaşmak için Haman’a yüksek yüksek kuleler inşa ettiren (Mü’min: 36), Mısır’ın ve orada yaşayan halkın gerçek sahibi (Rabbi) olduğunu iddia eden (Zuhrûf: 51) ve bu Rablik iddiasında sınır tanımayarak “ben sizin en yüce rabbiniz değil miyim?” (Nâziât: 24) diyen FİRAVUN’da güç zehirlenmesinin en ileri derecesini yaşamıştı.
İnananlardan oluşan TALUT’un ordusunu küçümseyen CALUT’ta aynı hastalığa yakalanmıştı. (Bakara: 250-251)
İmanın merkezi Kâbe’yi yıkmak için filleri ile Mekke’ye saldırmaya gelen EBREHE’de güç zehirlenmesi yaşıyordu. (Fil: 1-5)
Huneyn savaşı öncesinde de bir ara Müslümanlarda aynı hastalığın belirtileri görülmüştü. Müslümanlar, Mekke’nin fethinden sonra ilk kez on bin kişinin üzerinde bir orduya sahip olmuşlardı. Ogüne kadar her zaman düşmandan az iken ilk kez bu çokluk duygusunu yaşamışlardı. Bir an için bu saylarının verdiği üstünlük ile “bugüne kadar sayıca bizden çok fazla olan toplulukları yendik. Bundan sonra hayli hayliye yeneriz” diyerek güç zehirlenmesine maruz kaldılar.
Güç zehirlenmesine maruz kalanların, bu zehirden zehirlenerek öldüklerini görmekteyiz. İblis kafirlerden oldu, Nuh (as)’ın oğlu dağlara sığınsa da boğulmaktan kurtulamadı. Her biri bir kale gibi olan taştan evlerin içerisinde sığınan Semud kavmi önce şiddetli bir sarsıntı ve akabinde gelen korkunç bir sesle helak oldu. Rablik konusunda Allah ile mücadeleye girişen Nemrut’un bir sivrisinek ile öldürüldüğü rivayet edilir. “Ben sizin en yüce Rabbiniz değil miyim?” diyerek Allah’a meydan okuyan Firavun, suda boğularak yok oldu. Tâlut’u ve ordusunu küçümseyen Câlut, Tâlut’un ordusundaki en küçük nefer olan Davud’un eli ile öldürüldü. Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe, görünüşte fiziki bakımdan en güçsüz varlıklar olan kuşların attığı taşlar ile tarih sahnesinden silindi.
Huneyn’de sayılarına güvenen Müslümanlar ilk anda kendilerinden daha az sayıda olan düşman ordusu karşısında büyük bir hezimet yaşayarak paramparça oldular. Daha sonra Allah resulünün askeri dehası, kararlı duruşu ve Allah’ın yardımı sayesinde toparlanmayı başardılar. Her ne kadar savaştan zaferle çıksalar da nazil olan: “Allah size birçok yerde yardım etti. Özellikle Huneyn Günü ki, o gün kendi çokluğunuz size güven vermişti de o gün size onun bir faydası olmamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti. Sonra da bozguna uğrayarak gerisin geri dönüp kaçmaya başlamıştınız.” (Tevbe: 25) ayet-i kerimesi ile ilk andaki düşünce yapıları eleştirilmişti.
Bugün de gelinen noktada Rabbimizin bizlere verdiği imkanları ve makamları birer fırsat kapısı olarak bilelim ve ona göre şükrümüzü artıralım. Hangi mevki ve makamda bulunursak bulunalım, orada Rabbimizin rızasına uygun hareket edelim. İmkânı Allah’tan alıp, O’nun emirlerine muhalif hareket etmeyelim.
Rabbimin verdiği her güzellik ve imkân bir nimettir. Nimetler de şükrü eda edildiği müddetçe vardır. Şükrü yerine getirilmeyen nimetleri Allah alır ve bir daha da vermez.