Not: Lütfen bir önceki yazı ile birlikte okuyunuz.

Aziz okur, bir önceki yazımızda irdelediğimiz üzere ikna edilmeye hazır olmak hakikat talebesinin sahip olabileceği en önemli değerlerden biridir.

Geç olmadan farkına varmalıyız ki pandemi nedeniyle ağzımızı ve burnumuzu kapatan maskeler dışında düşüncelerimizi örten birçok farklı maskelere de sahibiz. Dilerseniz bunlara bağnazlık veya bedevilik perdeleri de diyebiliriz.

Örneğin, insanlara “kim olduğumu biliyor musun?” hitabını kullanıyoruz da kendimize “ben kimim?” sorusunu ne kadar sıklıkla soruyoruz? Sahi kimiz? Şu kadar yaratılmış ademoğlunun, bu kadar güzel şeyler başarmış insanların içinde biz kimiz?

Üzerinde uzun düşünmek gereken bir konu olmasına rağmen hakikat talebesinin ilk vazifelerinden birisi budur: Kendini bilmek... Zira kendini bilmeyen, Rabbini bilmez... Kimseyi bilmez... Hakikate erişemez, ona teslim olamaz...

Aslında “ben kimim?” sorusuyla “ben insanların zihninde nasıl bir izlenim bırakıyorum?” sorularının cevapları aynıdır, aynı olmalıdır. Bakın bu soru çok temel bir sorudur. Çok önemlidir ve başkasının nazarıyla kendine bakmaya işaret eder.

Diğer taraftan insanlara ve tüm yaratılmışlara nezaketle ve zarafetle bakamayan bir gözün dönüp kendisine “ben kimim?” sorusunu sorması ve bu soruya uygun cevaplar verebilmesi de pek mümkün gözükmemektedir. Zira nezaket ve zarafetten nasibini alamamış bir gözün veya zihnin hakikat yolculuğu akamete uğrayacak ya da içine düştüğü girdapta türlü türlü bağnazlıkların veya bedeviliklerin saldırılarına duçar olacak ve hatta bunlara yenik düşecektir.

Şu aşağıdaki yazı 17. yüzyılda yaşamış büyük Türk mutasavvıfı Niyazi Mısri’ye aittir. Kardeşine yazdığı bir mektubun bir parçasıdır. Buyurun nezaket, zarafet ve hikmet dolu yazıyı birlikte okuyalım:

“Gözüm nuru kardeşim Ahmed Efendi,

Binlerce özlemle selâmlar ve hayır dualardan sonra bildirmek ve anlatmak istediğim şey şudur:

Benim canım, ne hâl ve ne âlemdesin?”

Ne kadar zarafet dolu bir girizgah değil mi? Devam edelim...

“Kardeşim,

Nefsini bildin mi, Rabbini buldun mu? Bunun alâmeti vardır.

Yetmiş iki millete bir göz ile bakabiliyor musun?”

Ünlü mutasavvıfımıza göre Rabbini bilmek kendini bilmekle kendini bilmek ise yetmiş iki milleti bir göz görmekle başlar. Allah aşkına yetmiş iki milleti bıraktık biz kendi insanımıza, İslam kardeşlerimize ve Türk milletimize ‘bir gözle’ bakabiliyor muyuz? (Arzu edenler, “Allah Aşkınıza Ne Oluyoruz?” yazımızı okuyabilirler.)

Bakın, bu, yetmiş iki milleti bir göz görmek üzerine uzun uzun düşünmeliyiz. Elbette belli inanç ve değerler etrafında toplandığımız insanlarla millet olma bilinci ile bir araya geliriz. Bu, doğal bir süreçtir ve insanın tabiatına da uygundur. Ancak burada söz konusu olan şey kimseyi inançlarından dolayı tahkîr etmemek ve kimseyi mensubiyetlerinden dolayı yadırgamamak ve yargılamamaktır. İnsanların, olayların veya ideolojilerin dedikodusunu yaparak kim hakikate erişebilmiştir?

Devam ediyoruz...

“Kardeşim,

...Gözünü açıp kendini bir ulu hengâme içinde buldun. Buradaki çokluğa aldanıp, hakikatin izini kaybetme. Bu dernek çabucak dağılır; yabanda kalırsın. İzini izleyerek geldiğin kapıyı bul.”

Bakın ne kadar nezaket dolu bir uyarı. Hakikati kaybetme demiyor, “hakikatin izini kaybetme”... Hatırlayın, önceki yazılarımızdan birinde hakikate erişilmez, hakikate teslim olunur demiştik. Dolayısıyla hakikatin ancak izinde veya yolunda olabiliriz.

Devam...

“Benim kardeşim,

Münasebetsiz birkaç söz söyledim. Daha düzgün söyleyebilecek zarafetim yok...” Sene: R.1068/M.1658.”*

Bu konu devam edeceğe benziyor...

Bâki selam ederim...

Not: Yazının tamamına Mustafa Tatçı’nın ilgili eserinden ulaşabilirsiniz...