Zübeyde Kösebalaban Yazdı: "Hayatın Aynası Sofra"
Mutfak ve sofra, insan varoluşunun en anlamlı deneyimlerinden biridir. Burada sadece fiziksel açlığımızı gidermeyiz; ruhumuzu besler, ilişkilerimizi şekillendirir, kimliğimizi inşa ederiz. Mutfak, bir simya laboratuvarı gibidir; her malzeme, ellerimizin değmesiyle yeni bir anlama bürünür. Yemek pişirme süreci sadece malzemeleri dönüştürmez, pişirenin de olgunlaşmasını sağlar. Bu, bir tür "pişerken pişme" hâlidir. Anne mutfağı bu dönüşümün en saf şeklidir; kokusuyla, dokusuyla, anısıyla yuvayı, özlemi ve sevgiyi hatırlatır. Sofra ise bu dönüşümün paylaşıldığı, bereketin ve şükrün buluştuğu kutsal bir mekândır.
Sofraya gelen her yemek bir misafirdir; her biri kendi hikâyesini taşır. Toprakta filizlenen buğday, süt veren hayvan, bahçede yetişen sebze… Hepsi uzun bir yolculuktan geçerek soframıza misafir olur. Bu, yalnızca bir yemeğin servisi değil, bir deneyimin paylaşımıdır. Sofra, aynı zamanda bir gönül sofrasıdır; orada sadece mideler değil, kalpler de doyar. Bereket, şükür ve minnet, sofranın ruhunu oluşturur.
Mutfak, sadece yemek yapılan bir alan değildir. O, geçmiş, şimdi ve geleceği buluşturan bir zamansal döngü, bir hafıza mekânıdır. Tarifler nesilden nesile aktarılan birer mirastır; annemizin pişirdiği ekmeğin kokusu, bizi bir anda çocukluğumuza götürür. Ancak bu koku sadece bir duyusal deneyim değildir; hafızamızda bize köklerimizi hatırlatan bir köprüdür. Yemek pişirme süreci, geçmişin bilgeliğiyle şimdinin deneyimini harmanlayan bir tür zaman yolculuğudur.
Pişirme eylemi, yalnızca yemek yapmanın ötesinde, bir tür terapi ve içsel yolculuktur. Malzemeleri doğrarken, karıştırırken veya pişirirken, zihnimiz modern dünyanın kaotik hızından sıyrılır ve tamamen o ana, o eyleme odaklanır. Mutfak, bir farkındalık pratiğine dönüşür; her dokunuş bilinçli bir niyet taşır. Mayalarken sadece hamuru değil, duygu ve düşüncelerimizi de mayalarız. Pişirirke2n yalnızca yemeği değil, kendimizi de dönüştürürüz. Çünkü mutfak, bir üretim alanı olduğu kadar, kendi içimize yolculuğumuzun da bir aynasıdır.
Peki, sofranın aynasında kendimizi görebiliyor muyuz? Boğazımızdan geçen her lokmanın ardındaki emeği, toprağı, suyu, ateşi ve insan eliyle geçirdiği dönüşümü fark edebiliyor muyuz?
Bir Değerin Çöpe Dönüştürülmesi İsraf
"Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz. Muhakkak ki Allah israf edenleri sevmez."
‘Haddi aşma, hata, cehalet, gaflet, düşkünlük’ gibi manalara gelen ‘seref’ (سرف) kökünden türetilmiş ‘israf’ (إسراف) kelimesi, genel olarak ‘inanç, söz ve davranışta dinin, aklın veya örfün uygun gördüğü ölçülerin dışına çıkmak, ifrat ve tefrite düşmek’, daha özel manada ‘eldeki mal veya imkânları meşru olmayan maksatlar doğrultusunda harcamak, haddi aşmak, itidalli olmamak, saçıp savurmak’ demektir. Dolayısıyla israf, ‘itidalli ve orta yollu olma’ demek olan iktisadın da zıddıdır.
Yeme içmedeki israf, diğer çeşitlerinde olduğu gibi modern dünyanın en büyük çelişkilerinden biridir. Bir yanda açlıkla mücadele eden milyonlarca insan, diğer yanda çöpe atılan tonlarca yiyecek… Bu yalnızca ekonomik bir kayıp değildir; aynı zamanda ahlaki bir sorundur. İsraf, doğaya saygısızlığın, emeğin değersizleştirilmesinin ve şükrün unutulmasının bir göstergesidir. Oysa mutfağın merkezinde bir ocak vardır ve ocak, sadece yemek pişen bir yer değil, aynı zamanda ailenin, toplumun değerlerinin toplandığı yerdir.
Buğdayın topraktan sofraya uzanan yolculuğu düşünelim. Filizlenen bir tohum, suyla buluşur, güneşle büyür, hasat edilir, kabuğundan ayrılır, taş döndükçe ezilir, un ufak olur. Sonra yoğrulur, mayalanır, ateşle buluşur ve sofraya ekmek olarak gelir. Bu kadar uzun bir seferi tamamlayan ekmeğin, bir israf nesnesi olması adil midir?
İsraf edilen yalnızca yiyecek değildir, çoğu zaman insan ve insan emeği de değersizleştirilmektedir. Sofralara gelen her lokmanın ardında bir çiftçinin alın teri, bir fırıncının emeği, pişiren kişinin yemeğe kattığı sevgisi vardır. İnsan, varoluş serüveninde haz ve hız uğruna nasıl değersizleştiriliyorsa, gıdalar da üretildikten sonra aynı nedenle değerini kaybederek çöpe atılmaktadır.
Mutfak, yalnızca yemek pişirilen bir alan olmanın çok ötesinde, kaynakların değerini anlama ve onlara sahip çıkma bilincinin geliştiği bir okuldur. Her malzeme özenle değerlendirilir; bayat ekmekler yeni lezzetlere dönüşür, artan sebzeler çorbalara katılır. Mutfak, "artık" kavramının reddedildiği, her parçanın yeniden hayat bulduğu bir direniş alanıdır. Çünkü mutfak, yalnızca yemek yapılan bir yer değil, aynı zamanda israfa ve değersizleştirmeye karşı verilen mücadelenin de merkezidir.
Kurulan sofra sadece yemeklerin sergilendiği bir masa değildir. O, geleceği şekillendiren döngüsüyle tamamlanan bir bütünlüktür. Sofranın aynasında, insan kendi yolculuğuna ve toplumla, doğayla kurduğu ilişkiye dair bir iz görür. Boğazımızdan geçen her lokmanın ardında zincir misali iç içe geçmiş uzun bir yol hikâyesi vardır. Unutmayalım ki bu hikayelere kulak vermezsek, zincir en zayıf halkadan kopar ve o en zayıf halka bizi kendinden mahrum bırakır, yokluğu ile imtihan ederek kendini bize hatırlatır.
Bu yüzden sofralarımız sadece gözümüzü değil, gönlümüzü de doyursun. Unutmayalım ki dünya koca bir sofra ve hepimiz bu sofrada birbirimize emanetiz. Mutfaklarımız israfa ve emeğin değersizleştirilmesine karşı verilen mücadelenin sembolü, bereketin ve saygının buluşma noktaları olsun duasıyla... Soframız bereketli, yolculuğumuzun azığı muhabbet olsun.