“Her gerçek, her kulağa uygun değildir.”

 Umberto ECO

İnsan, zeka ve bilinç sahibi, sosyal ve kültürel bir varlıktır. İnsanlar, dil, düşünce, problem çözme ve toplumsal etkileşim gibi özelliklerle diğer canlılardan ayrılırlar. Bununla birlikte, insanlar bedensel ve zihinsel boyutlarıyla, aynı zamanda etik, ahlaki, felsefi ve duygusal yönleriyle de kendilerine özgüdür ve farklı şekilde gelişmeleri normaldir.  

Bilgiye erişimin zirveye ulaştığı, neredeyse her platformda birilerinin konuştuğu bir dönemden geçiyoruz. Ancak bilgi ve teknolojinin bu denli ilerlemesi, konuşanların sayısının dinleyenlerden fazla olması, gerçekten insanın gelişimine ne kadar katkı sağlıyor? Bu soruya tek bir doğru cevap vermek mümkün değil ve belki de olmamalı.

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği nâtık (konuşabiliyor) olmasıdır. Nâtık ile aynı kökten gelen mantık konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Konuşabilmenin alt yapısı onun bir mantığa sahip olmasıyla mümkündür. Bu alt yapı nasıl oluşur, biraz iz sürelim diye düşünürüm. “Yolda olmadan, bir konağa konmadan, konuk olmadan, konu konşu bulmadan konuşulmaz, bu ancak hazıra konmak olur.”  diyor Dücane Cündioğlu. Bu tanım beni yıllar önce yaşadığım çarpıcı bir anıya götürüyor.

Uzun zaman önceydi; kapımızın birbirine teklifsiz açık olduğu, komşularımızla kardeşlik hukukunun yaşandığı bir yerde oturuyorduk. Çocuklarımızın sürekli birimizin kapısını çalıp “size gelebilir miyim” dediği günlerden birgün yine kapımız çaldı, açtım. Komsumuzun dört-beş yaşlarındaki ikizleri Burak ve Emre  tüm sevimlilikleri ile “Size gelebilir miyiz” diyerek karşımda duruyordu. Ben rutin sorumu sordum. “Annenizden izin aldınız mı?” İkisi birlikte “evet” dediler. Onlar içeri dalarken ben de günlük işlerime daldım. Bir ara tekrar kapı çaldı, açtım.. karşımda ikizlerimizin annesi Aslı, korku ve merak içinde “ Abla bizim çocukları gördün mü? “ diye sordu. Ben şaşkın bir vaziyette “evet gördüm, epeydir bizde oyun oynuyorlar senin haberin yok mu” dedim. O  “hayır, ben mutfaktaki işimi bitirip odaya geldiğimde ikisi de yoktu, her tarafı aradım, çok korktum.” dedi. Ben hemen ikizleri alıp kapıya getirdim “hani siz annenizden izin almıştınız, bakın haberi yokmuş, sizi aramış bulamamış, çok korkmuş” diye sordum. Emre büyük adam edası ile cevap verdi “ biz izin aldık Zübeyde teyze , o izin vermedi”

Biz şaşkın vaziyette ikisine bakakaldık. Çocuklar yalan söylememişti. Ben sormuştum onlar cevap vermişti. Ama onlar sorduğum soruyu tam olarak anlamadıkları için ya da sadece bize gelip oyun oynamaya odaklandıkları için verdikleri cevap doğru olmamıştı.

Ben “izin aldınız mı” derken “almak” fiilini “vermek” fiili ile tamamlamıştım zihnimde.. oysa onların zihninde böyle bir kayıt yoktu. “izin alma” şartını yerine getirmişlerdi. Biz aynı binada oturan iki komşuyduk ve aynı dili konuşuyorduk. Ama onlar henüz yolun başında, büyüklerin dilini çözmeye çalışıyorlardı.

Bu örneğe bakarak konuşmak sadece sözcüklerin bir araya gelmesinden ibaret değildir, aynı zamanda, karşılıklı bir anlayış ve algı süreci gerektirir diyebilir miyiz? Bu ve benzeri durumlarda, iyi niyet ilkesi iletişimi daha sağlıklı ve anlamlı kılabilmek için önemli bir rehberdir. İyi niyet ilkesi, bir kişinin söylediklerini yorumlarken, o kişinin amacı doğrultusunda anlamaya çalışmamızı ifade eder. Bu ilkeye göre, birinin ifadesini değerlendirirken, o kişinin söylediklerinin makul ve mantıklı bir yorumunun, konuşmacının iletmek istediği en doğru yorum olduğunu varsaymalıyız. Yanlış anlamalar ve mantık hataları yüklemektense, karşımızdaki kişinin niyetini en iyi şekilde anlamaya çalışmak, iletişimi sağlıklı kılar.

Stefan Zweig, “Ben söylediklerimden sorumluyum, anladıklarınızdan değil.” der satranç isimli kitabında. bu söz etkili ama eksik gelir bana. Ne söylediğimiz kadar nasıl söylediğimiz de önemli diye düşünürüm. Hikmetli ve yumuşak söz söylememizi ister rabbimiz. Temiz sözü "kökü sabit, dalları gökte" olan güzel bir ağaca benzetir. Temiz sözlerin niyeti sağlamdır, muhatabının muhabbetini yeşertir, gönlünü inkişaf ettirir.

Konuşma ve konuşulan konunun anlaşılması her zaman basit gelmez insana. "Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla doludur" sözü bizi başka bir gerçekliğe çağırır. Bu ifade, bir kişinin iyi niyetle başlasa da sonuçta kötü bir yere varabileceği gerçeğini vurgular. Yani, iyi niyetle yapılan bir şeyin her zaman doğru ya da iyi sonuçlar doğurmayabileceğini anlatır. İyi niyet, bir kişinin diğerlerine yardımcı olma isteği, doğruyu yapma arzusuyla hareket etmesidir. İnsan çoğu zaman kendini merkeze koyarak iyi niyet oluşturur. Yanlış anlamalar ve eksik bilgi nedemiyle, iyi niyetle başlayan sözler olumsuz sonuçlanabilir.  Değer verdiği bir yakınına moral vermek isteyen birisi, söz ve davranışlarıyla karşısındaki insanın daha fazla strese girmesine neden olabilir. Kişinin duygusal durumunu anlamadan yapılan bu tür müdahaleler, yanlış anlaşılmaya ve gereksiz yüklerin oluşmasına yol açabilir. Bazen bu yol çetrefil hale gelir. Sözü söyleyenin ve sözü anlayamayanın niyeti birbirine dolanır. Öyle bir yere gelinir ki düşüncenin zilleti sözün izzetini yerle bir eder. Hastalıklı sözler, tıpkı kökü yerden sökülmüş, ayakta duramayan hasta ağaç gibidir der rabbimiz. Hastalanan söz ürün veremez olur, içten içe çürütür kendini

Sonuç olarak, dilin gücü insanın kalbini inşa eder.  Niyeti yanlış olan bir dil ise gönül duvarlarını yıkar. Her kelime, arkasında bir düşünceyi, bir niyeti, bir anlamı barındırır. İletişim, sadece seslerin veya harflerin birbirine eklenmesinden ibaret bir mekanizma da değildir. O, insanın içindeki dünyayı, yüreğindeki duyguları, aklındaki karmaşayı ya da huzuru karşısındakine aktarma yeteneğidir. Bu, karşılıklı bir anlayış, sabır ve empati gerektiren zorlayıcı bir süreçtir.  Çocukların konuşmasındaki saflığa duyduğumuz iyi niyeti muhafaza etmemiz mümkün olmasa da büyüklerin dünyasındaki karmaşıklığı; insan hata eden, unutan, acele eden, kendini merkeze alan bir varlıktır diyerek esnetebilirsek, belki zan ve vesveseden biraz olsun sıyrılabiliriz ne dersiniz?