Kütüphaneler dolusu kitap yazılmış bir alandır yöneticilik. Dolayısıyla teori düzeyinde pek çok bilgiye ulaşmak mümkündür.
Yönetim bilimcilerin üzerinde durduğu şekliyle farklı yönetim anlayışları vardır. İnsanı merkeze alan demokratik, gücü merkeze alan otokratik, empatik, aristokratik, liberal vb.
Batı normlarıyla yönetimi değerlendirmeye kalktığımız zaman önceki tartışmalarımızda ifade etmeye çalıştığımız çelişkilerle bu alanda da karşılaşmamız kaçınılmazdır.
Zira Batı medeniyetinin yönetim anlayışının temel ilkesi; kazanma, gücü kontrol etme ve böylece diğerleri üzerinde hegemonya oluşturma anlayışına dayanmaktadır.
Batı bu nedenle kendisinde gerçekleştirdiği veya gerçekleştirdiğini sandığı birtakım ‘özgürlükçü’ anlayışları sömürme ve yönetme anlayışıyla gittiği hiçbir yere götürememiştir.
Afrika’sından Güney Amerika’sına, Hindistan’ından Orta Doğu’suna bu tespiti fark etmek zor olmayacaktır.
Sözün buradan olmak üzere Batı’nın sırf göçmen politikasını değerlendirmek bile bunu anlamak için yeterli olacaktır. Diğer taraftan George Floyd olayında veya İslamofobi olaylarında Batının karanlık iki yüzlülüğü açıkça ortaya çıkmaktadır.
Batı’nın insanlığa sunduğu çok çok önemli kazanımları inkar etmek elbette mümkün değildir. Bilim ve teknolojideki hızlı hatta sıçramalı ilerlemelerin temelini Batılı bilim adamlarının insan üstü gayretleri oluşturmaktadır.
Saygıyla yad ettiğim çok değerli bazı düşünürleri ve yazarları Batı toplumunun çıkarabildiği de bir vakıadır.
Bizim itiraz ettiğimiz şey, Anadolu medeniyet kökünü oluşturan temel değerlerin görmezden gelinerek tamamen taklitçi bir modelle modernleşme gayretleridir. Nitekim bu anlayış, Atatürk’ün “muasır medeniyetler seviyesi” olarak gösterdiği hedeflere hatta bu hedeflerin ötesine ulaşmamıza sekte vurma tehlikesi taşımaktadır.
Batı medeniyeti amaca ulaşmak için insanı bir araç olarak görürken ve sadece kendine yontulmuş sahte bir demokrasi anlayışını öngörürken Türk-İslâm medeniyeti ise yonetimde insanın değerliliğine odaklanmıştır.
Diğer taraftan beş bin yıllık Türk tarihinin ve bin iki yüz yıllık Türk İslam toplumunun oluşturduğu medeniyetin esasları ise Edebali’nin Osman Bey’e verdiği nasihatte özetlenmiştir.
Bizim için esas olan şey insandır. Bu nedenle insanın diline, dinine, mensubiyetine, rengine, sosyolojik katmanına bakmaksızın hakkı teslim etmek özelinde bir yönetim anlayışı oluşturduğumuzu söyleyebiliriz.
En azından medeniyet köklerimizin bu olduğu tespitini ortaya koymamızın ve bunu, kimsenin itirazına yer bırakmaksızın söylememizin bir sakıncası olmasa gerektir.
Türk devlet geleneğinin en uzun ömürlülerinin başında gelen Osmanlı, gittiği hiç bir yere oradaki zenginlikleri Sultanlara kazandırmak amacıyla gitmemiştir. Oysa Avusturalya veya Kanada topraklarının tamamı Kraliçenin tapulu malıdır, İngilizler adına kişisel servetinin bir parçasıdır. En azından yakın bir zamana kadar öyleydi. Oysa Osmanlı Sultanlarının Arap yarımadasında şahıslarına ait tek karış toprakları yoktur.
Yine Güney Amerika’daki, Güney Afrika’daki ve diğer sömürgelerdeki tüm zenginliklerin sahibi orayı sömürgeleştiren Krallar ve Kraliçelerdi. Bugün hâlâ bazı yerlerde emperyal emel besleyen ülkelerin olduğunu görüyoruz. Bu anlamda Batı sömürgeciliğinin her ne kadar 14 ila 20’nci yüzyıllar arasındaki gibi açıktan olmasa da farklı şekillerle devam ettiği görülmektedir.
Sosyolojik, ekonomik ve siyasi temelleri konumuz dışında olmakla beraber devletin yönetim anlayışının hangi kademede olursa olsun devlet erkini elinde bulunduranlara sirayet etmemesi mümkün değildir/olmamalıdır.
Devam edeceğiz…
Bâki selam ederim.