“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur. (İsrâ: 36) ayet-i kerimesinde de buyrulduğu gibi insanın bir konuda konuşabilmesi için o konu hakkında kesin bir bilgiye sahip olması gerekmektedir. Eğer bilgisi yok ise yapması gereken susmaktır. Aksi durumda büyük bir sorumluluk ve vebal altına girebilecektir.
K. Kerimde “bilmediği bir şey hakkında konuşmamak” meleklerin ve peygamberlerin özellikleri olarak şu şekilde zikredilmiştir:
“Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin’ dediler.” (Bakara: 32)
“Allah’ın, peygamberleri toplayıp: “siz(den sonra davetiniz)e ne derece uyuldu?” diyeceği, onların da, ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok. Gaybleri hakkıyla bilen ancak sensin’ diyecekleri günü hatırlayın.” (Mâide: 109)
İlk ayet-i kerimede Meleklerden, ikinci ayet-i kerime de ise kıyamet günü ümmeti hakkında hesaba çekilecek olan peygamberlerden bahsedilmektedir. Allah (cc) Âdem (as)’ı yarattıktan sonra varlıkların isimlerini ona öğretmiş, daha sonra da meleklerden bunların isimlerini haber vermesini istemişti. Fakat melekler bu konuda daha önceden bir bilgiye sahip olmadıkları ifade ederek konuşmamışlardı. Aynı şekilde Allah (cc) ahirette Peygamberlere, kendilerinden sonra ümmetleri hakkında soru sorduğunu, peygamberlerin de bu konuda bilgileri olmadığı için durumu Allah’a havale ettikleri anlaşılmaktadır.
İlgili ayet-i kerimelerden hareketle insanın bilmediği bir konu hakkında konuşmaması gerektiği anlaşılmaktadır. Yapılan her fiilin bir hesabı olduğu gibi konuşulan her kelimenin de bir hesabı olacaktır. Onun için bir konu hakkında kesin bir bilgiye sahip olmadan konuşmak kişi için bir yük, bir vebaldir. İşin hakikati böyle olmasına rağmen buna uyduğumuz da pek söylenemez. Duyduğumuz çoğu şeylerin hakikatini araştırmadan inanıyor ve ona göre de muamele edebiliyoruz. Hz. Aişe’ye de iftira atılmış ve bazı Müslümanlar da atılan bu iftiralara ortak olmuşlardı. Onların yaptıklarının yanlış olduğu ve bu tür durumlar karşısında nasıl davranmaları gerektiği ile ilgili şu ayet-i kerime nazil olmuştu: “Bu iftirayı işittiğiniz zaman, iman eden erkek ve kadınlar, kendi (din kardeş)leri hakkında iyi zan besleyip de, “Bu, apaçık bir iftiradır” deselerdi ya!” (Nûr: 12)
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de maalesef bu konularda hatalar yapmaktayız. Medyanın da yönlendirmesi ile işittiğimiz her şeyi incelemeden doğru gibi kabul edip ona göre hareket edebilmekteyiz. Şu sıralar küçük bir kız çocuğunun, küçük yaşta evlendirildiği iddiası üzerinden fırtınalar koparılmaktadır. Hatta bu iddia üzerinden İslam’a ve Müslümanlara saldırmaktadırlar. Henüz bir iddia aşamasında olan ve doruluğu ispatlanmamış bu hadise üzerinden birilerinin suçlu ilan edilmesi ne kadar hukukî veya ne kadar ahlakîdir?
Burada söz konusu olan; küçük bir çocuğun evlendirilmesinin ne kadar dinî veya dinî olmadığı değildir. Veya böyle bir meseleyi dinin içerisinde çözmeye çalışmak da değildir. Sanki din böyle bir evliliği emrediyormuş gibi İslam’ı hedef seçmek ise bir art niyetin fiiliyata dökülmesidir.
Ben burada küçük çocukların evlendirilip evlendirilemeyeceği meselesine girmeyeceğim. Bu konuda işin ehli olan kimseler tarafından gereken şeyler yazıldı, söylendi. Sadece bir iki hususu zikrettikten sonra bu konudaki usul hataları ile ilgili şeylere geçeceğim.
İslam’ın her emrinde insanların maslahatı gözetildiği gibi nikâh emrinde de kadın olsun erkek olsun, her iki tarafın maslahatı gözetilmiştir. Onun için yapılacak nikâh her iki taraf için de koruyucu bir özelliğe sahiptir.
İslam’ın her emrini yerine getirmek için bazı şartlar gerektiği gibi nikâh akdinin gerçekleşmesi için de bazı şartlar vardır. Bu şartlar göz ardı edilerek bu akit gerçekleştirilemez. Evlenecek kimselerin bu işe rızalarının olması yanında nikahın gereklerini yerine getirebilecek konumda olmaları gerekmektedir. Küçük yaştakilerinin nikahlandırılmaları doğru olmadığı gibi yaşları büyük dahi olsa akli gelişimini tamamlayamamış, akıl sahibi olmayan kimselerin evlenmelerine de izin verilmemiştir. Buluğ çağı demek insanın evlenebileceği dönem demektir. Buluğ çağına gelen her erkek veya kadın evlenebilir demektir.
Altı yaşında bir çocuğun ailesi tarafından evlendirildiği iddia edilmektedir. Aile bu durumu ısrarla reddetse de birileri tarafından bu hadise olmuş gibi kabul edilmekte ve olayın üzerine gidilmektedir. Ailenin sahip olduğu İslamî kimlikten dolayı da bu hadise İslam’ın bir kuralı gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Hadise şu an itibariyle gerekli yetkili merciler tarafından incelenmeye alınmış ve gerekli tahkikatlar sonucunda netlik kazanacaktır. Gerekli incelemeler sonucunda bir suç tespit edilir ise suça karışan kimseler gereken cezalarını çekeceklerdir. Fakat ortada henüz ispatlanmış bir suç yok. Sadece bir iddia var ve bu iddianın da doğru veya yanlış olduğunu zaman gösterecektir.
Bu ve buna benzer durumlar karşısında nasıl hareket etmeliyiz? Bu tür hadiseler karşısında Müslümanca bir tutum nasıl olmalıdır? Bu durumda yapılması gerekenler nelerdir?
Bunlarla ilgili bazı temel ilke ve esasları zikredeceğim:
1. İslam hukukunda “beraati zimmet asıldır” diye bir kaide vardır. Yani aslolan kişilerin suçsuzluğudur. Eğer bir kimse başka birine bir suç isnat ediyorsa, suçu isnat eden kimse karşıdaki kimsenin o suçu işlediğini ispatlamak zorundadır.
2. Yine: “Delil iddia edene, yemin inkâr edene gerekir” şeklinde bir hadis-i şerif vardır. Yani kendisine suç isnat edilen kimse, kendisinin suçsuz olduğunu ispatlamak zorunda değildir. Bu kimse “ben bu suçu işlemedim” şeklinde yemin ederse, o kimsenin o suçu işlediği tespit edilmedikçe o kimse bir daha suçlanamaz. Suçu isnat eden kimse karşıdaki kimsenin suçlu olduğunu ispatlamak zorundadır.
3. Eğer suçun işlendiğini iddia eden kimse bu iddiasını ispatlayamaz ise o kimseye iftira atmak suçundan seksen sopa vurulur, bir daha şahitliği kabul edilmez ve fasıklardan kabul edilir. (Nûr: 4)
Böylesi bir durumda yapılması gereken iddianın ortaya çıkmasını beklemektir. Suç sabit olmadıkça insanları suçlu gibi kabul edip yargılamamaktır. Suç sabit olduğunda da suçluya cezanın verilmesinde gevşeklik göstermemektir.
İnsanların Allah’ın yasakladığı bir şeyi işlemesi suç olduğu gibi birilerine bir suçu isnat etmekte (ispatlanmadığı müddetçe) ayrı bir suçtur. Suçu işleyenlere gereken cezaların verilmesi adaletin bir gereği olduğu gibi iftira atanlara gereken cezanın verilmesi de adaletin bir gereğidir. Böylesi bir durumda eğer suç sabit görülürse gerekli cezalar yasalar çerçevesinde verilecektir. Herkes bu konuda hem fikirdir. Peki ya bu söylenilen şey bir iftira ise, o ailenin bir iftiraya kurban gittiği anlaşılır ise ne olacak? Sadece bir “pardon, yanlışlık olmuş, gidebilirsiniz” mi denilecek? Bu iddiayı ortaya atan ve ispatlayamayan kimseye bir şeyler yapılmayacak mı? Veya bu iddiaya destek verenler ne olacak? Onlara yasalar çerçevesinde verilecek bir ceza olmayacak mı?