"Kitabını oku!
Bugün hesap görücü olarak kendi nefsin (öz benliğin) sana yeter." (İsra 14)
Dedemlerin döneminde ajans dinlerdik. Babamların zamanında ise bir yandan haber dinler, diğer yandan gazete okurduk. Derslerimizden artakalan zamanlarda bazen açıktan, bazen gizlice okuduğumuz kitaplarımız vardı. Kitaplarla düşsel ve düşünsel seyahatlere çıkan bir nesildik biz.
Okuduğum yazarın o kadar sözü nasıl bir araya getirdiğini düşünür, hayret ederdim. Gazete, kitap, dergi, çizgi roman derken, evimize giren televizyon ile okur-yazarlığımıza ‘seyreden’ olmak eklenmişti. Bunları nasıl yapıyorduk? Kelimeler nasıl zihnimizde isimlere dönüşüyordu? Daha da önemlisi aynı kitabı okuyan, aynı haberleri dinleyen, aynı filmi seyreden bizler nasıl oluyor da farklı şeyler anlıyorduk. Kitap, film ve haber kritiğine daha o yıllarda başlamıştık. Bazen bize yakın gelen kahramanları savunmada ileri gidip kavgaya tutuştuğumuz bile oluyordu. Gençlik yıllarımızda okuduklarımızı mektup yazarak aktarmaya, mektup arkadaşları edinmeye başlamıştık. Mektubu yazmak kadar önemliydi postacının yolunu gözlemek, zarfın içindeki mazrufu okumak.
Anneannemin okuması kimselere benzemezdi. Anneannem ümmî idi. O siğil okur, temra yazardı. Çarşamba günleri annelerinin elini tutmuş çocuklar evimizi ziyaret ederlerdi. Anneannem abdestini alırken, çocuklar sessizce annelerinin yanında oturur, siğiller sayılır, her bir siğile bir arpa anneannem tarafından okunurdu. Temra yazmak için kopya kaleminin olması elzemdi. Çünkü hastalanan deri, o kalemle daire içine alınıp üzeri tamamen boyanarak karantinaya alınırdı. İyileşenler diğerlerine haber verdiği için, bu şifacılık sessizce devam edip giderdi. Anneannem bunu nasıl yapardı? Başkasının elinden iyileşmeyen hastalık onun eline ve diline neden teslim olur, can verirdi? Sorardım. “Rabbimden” derdi. Belli ki cevabını o da bilmezdi.
Zamanla teknoloji hayatımıza girmeye başladı. Biz, bilgisayarlarla tanışırken, çocuklarımız bu dijital dünyanın içine doğmuştu. İlk Skype, sonra sosyal medya platformları, Facebook, WhatsApp, Twitter, Instagram derken teknolojiye dair farkındalığımız arttı. Artık bilgilere erişim bir tuş mesafesindeydi ve bu dünya, bizim alıştığımız dünyadan farklıydı. Önceleri, platformlar hakkında “çok da önemli değil” diye düşünmüş olsak da kısa sürede bu dijital platformların hayatımızın merkezine oturduğunu fark ettik. Kendi dünyamızı sanal ortamda yeniden yapılandırırken, aynı zamanda sanal bir dünyada yaşamaya da başladık. Süslü ifadelerle yazılmış mesajlar, gerçek olmayan fotoğraflar… Ve gerçeği yeniden sorgulamaya başladık. Bu dijital dünya, bizi daha fazla bilgiye değil, zevklerimize, ilgi alanlarımıza, zaaflarımıza doğru yönlendirmeye başlamıştı. Gerçeklik kaybolmuyor, aksine toplanıyordu.
Peki, dijital platformlar neydi? Adını duyduğumuzda, aslında her şeyin ne kadar birleştiğini ve hızla dönüştüğünü görebiliyoruz. Platform kelimesi, ilk anlamıyla bir yapıyı, yükseltilmiş bir zemini ifade ediyordu. Ama internet, bu tanımın çok ötesine geçti. Artık kalemler yerini kodlara bırakmış, yazılım dünyası bizi sarmaya başlamıştı. Yapay zeka, bizim yazdıklarımızı okuyor, tekrar yazıyordu. Hayatımız gittikçe kolaylaşıyor, sanki görünmeyen bir güç tarafından teknolojiye teslim ediliyorduk.
Dijital platformlar, artık sadece bilginin değil, duyguların ve zaafların da şekillendirildiği bir alana dönüştü. Fotoğraflarımız, yazdıklarımız, paylaşımlarımız birer gösteri haline geldi. Görünenle gerçek arasındaki fark büyüdü. Kendi varlığımızı dijital bir zeminde yeniden inşa etmeye çalışırken, bir yandan da sanal bir dünyanın esiri olduk. Bu noktada, insanın asıl sorusu yeniden gündeme geldi: Teknolojiyle hayatımız kolaylaşıyor gibi görünse de, bu kolaylık bizi gerçekten daha “insan” yapıyor mu?
İnsan, akleden, düşünen, duygularıyla yön bulan, iradesiyle seçim yapan ve sorumluluk taşıyan bir varlıktır. Fıtratına yüklenen inanma ihtiyacı, onu anlam arayışına iter. Her insana bahşedilen yetenekler, kendini okumak, düşünmek ve duygularını tanımak için birer anahtardır. Zorluklarla karşılaşsa da iradesini kullanmak, yol ayrımında tercihini yapmak zorundadır. Fiziki dünyada yaşarken, kendi metafizik varlığını da inşa etmek insanın varoluşuna dair en büyük görevdir. Peki, gerçekten önemli olan sadece çok şey bilmek midir? Yoksa bildiklerinden yola çıkarak bilinmeyen ne çok şey olduğuna iman etmek mi?
Tekâmül etmek isteyen insanın önündeki en büyük engel, kendi benliğidir. “Ben” diyen insan, bu sınırdan çıkmamak için direnmekte; toplumlar, bireylerin benlik davalarından hüküm giymektedir.
O zaman anladım ki Allah, o gün Hira’da mesajını alıp okuyacak ve uygulayabilecek insanı seçmiş, insanın kendini doğru bir şekilde inşa edilmesi için gerekli anahtar kelimelerle peygamberine seslenmiştir. “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alâktan yaratmıştır. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir” (Alak 1-5). Bu ayetlerle, insanın yalnızca bilgiye sahip olma değil, o bilgiyi rabbi ile bir bağ kurarak anlamlandırma ve hayatına yön verebilme kapasitesine dikkat çekilmektedir.
Bu inşanın temelinde, Allah’ın Rab sıfatıyla okunmasını istediği bir hayat, ilim sıfatıyla öğrettiği yazı, kalemle yazılmasını istediği mesaj, tüm bunları anlamlandırabilecek kapasiteye sahip, alâktan yaratılmış bir insan ve yaratıcının kerem sahibi oluşu vardır. İnsan, yalnızca bilgi edinen değil, aynı zamanda bilgiyi yeniden yorumlayan, varoluşsal sancılar ile hem kendini hem de çevresini dönüştüren bir varlıktır.
Bu arayışta, Allah’ın insana yüklediği “Oku!” emri yalnızca metinleri değil, hayatı, kâinatı ve kendi iç dünyasını okumayı ifade eder. Alâk suresindeki “Yaratan Rabbinin adıyla oku” hitabı, insana bilmediklerini öğrenme, öğrendiklerini anlamlandırma ve bu anlamları kendi varoluşunun yapı taşlarına dönüştürme imkânı verir. Kalemle öğreten Rabbin mesajı, insanın yalnızca bir bilgi toplayıcı değil, aynı zamanda düşünce ve duygularıyla bir inşa edici olduğunu hatırlatır.
En büyük sorumluluğu, kendi hakikatine ulaşmak olan insan, Sanal dünyada hızla akan veri akışı karşısında, bilgi çöplüğüne dönüşen bir zihin ile yalnızlığın dibine vurmuştur. İnsanın gerçek huzura kavuşması, teknolojinin hızına yetişmekle ya da yalnızca bilgi yığmakla mümkün değildir.
Gerçek huzur, insanın Rabbinin ona verdiği “ahseni takvim”e (en güzel kıvama) ulaşmak için, duygu ve düşüncelerinin esiri olan aklını Rabbine teslim ederek, hayatını yeniden okumayı hatırlaması ile mümkündür. Zira yalnızca Allah, rab ismiyle insanı, her aşamada inşa ederek ve kademe kademe geliştirerek olgunluğa ulaştırır.