İslam dini sadece kişilerin ibadetleri ile değil, hayatının bütününü ile ilgilenir. Dini yaşamak denildiğinde de sadece ibadetler değil, insanların yaşamının tamamı anlaşılır. Yani dünya ile ahiret iç içe girmiş bir bütünün iki parçasıdır. Dünyamız dinimizin, dinimiz de dünyamızın bir parçasıdır.
Gelinen noktada ise durum tamamen farklılaşmıştır. Din denildiğinde sadece namaz, oruç gibi ibadetlerimiz anlaşılırken, sosyal hayatımız bunun içerisine dahil edinilmemektedir. Belki de dünyevi beklentilerimize uymadığından dolayı inancımızı, sosyal hayatımıza asla müdahale ettirmemekteyiz. Bir şey olduğunda ilk söylediğimiz: “Elhamdülillah Müslümanız. Allah ve Resulünün emri her şeyin üstündedir. Allah ne emrediyor ise biz ona uyarız” sözü olmasına rağmen, gerçekte durum tam tersi olmaktadır. Çoğu zaman söylediklerimiz ile uyguladıklarımız birbirine zıt düşmektedir. Dünyevi menfaatlerimiz dini değerlerimizin önüne çok kolay bir şekilde geçebilmektedir.
Din, adeta üzerimizde taşıdığımız bir nüfus cüzdanına benzer hale gelmiştir. İşimize geldiğinde ve gerek duyulduğunda çıkarıp gösteriyor, işimiz bittiğinde ise bir daha çıkarmamak üzere yerine koyuyoruz. Oysaki Kur’an-ı Kerim’de gerçek müminler şöyle tarif edilmektedir: “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (Ahzâb: 36). Gerçek bir mümin olarak göstermemiz gereken tavır bu olması gerekirken maalesef menfaat ve çıkar merkezli bir tavır sergiler olmuşuz.
Hızlı bir şekilde dindarlıktan uzaklaşarak DİNÎ DARLIĞA doğru hareket etmekteyiz. İslam hukukuna göre kız çocuğuna, erkek çocuğun yarısı kadar miras verildiği için kız kardeşimize miras vereceğimiz zaman Müftüye soruyoruz. Günümüz hukuk sisteminde kadın ve erkeğe mirastan eşit pay verdiği için, hanım tarafından miras alacağımız zaman ise müftüye değil mahkemeye müracaat ediyoruz. Boşanan kızımızın mihrini almak için müftüye müracaat ederken, süresiz nafaka için mahkeme kapılarını yol ediniyoruz. Ölen yakınlarımızın mirasına almak için yarışırken onların geride bıraktıkları borçlarını ve vasiyetlerini görmezden geliyoruz.
Hayatımızda âdetler ile âyetler mücadele ederken, âdetleri âyetlere tercih eder olduk. Örneğin bir evlilik esnasında ne kadar âdet var ise hepsini en ince teferruatına kadar uygularken, bu esnada Allah’ın âyetlerini çiğnemekten zerre kadar gocunmadık. Evlilik dünya ve ahiret hayatımız için en önemli şey olmasına rağmen Şeytanın isteklerini Allah’ın rızasına tercih ettik. İsraf haram olmasına rağmen düğünlerimizde âdetleri yerine getirmek adına israfın her türlüsünü işlemekten çekinmedik.
Bir ailenin bir yıllık mutfak ihtiyacını karşılayacak kadar miktarı, düğümlerimizde iki saat giyip ondan sonra bir daha çıkarmamak üzere sandıklara gömeceğimiz elbiselere harcadık. “Ömürde bir kez giyeceğim. Onun için de olsun” düşüncesi ile israfın her türlüsünden sakınmadık.
Başta tesettür olmak üzere Allah’ın haram kıldığı birçok şeyi görmezden geldik. En büyük günahları dahi: “hayatta bir kez işlemekten bir şey olmaz. Bir daha böyle bir şey mi olacak” diyerek işlemekten sakınmazken, “her şey bir şey ile başlar ama hiçbir şey bir şey olarak kalmaz” ilkesini unuttuk.
Sıkıştığımız da her zaman yardımına müracaat ettiğimiz Rabbimizin yardımını, aile yuvamızı kurarken görmezden geldik. Hatta Rabbimizin hayır görmediği veya haram kıldığı şeyleri işledikten sonra da: “Allah hayırlı eylesin” diyerek adeta Şeytanî fiillerimize İlahî bir kılıf giydirmeye çalıştık.
Başta evlilik ve ticaret olmak üzere sosyal hayatta hatırlamadığımız Rabbimizi, cenazelerimiz de hatırdan çıkarmadık. O’nun emirlerine muhalif adetlerimizle yaşayarak sonlandırdığımız hayatımızı, cenazenin ardından indirilen bir iki hatimle Allah’ın ayetlerine uydurmaya çalıştık.
Hans gibi yaşayıp Hasan gibi ölmeyi murat ettik.